Paran varsa, huzur var

Abone Ol
İktidarın amacı ekonomik krize kalıcı bir çözüm bulabilmek değil. Bu iktidarın uygulamalarından son derecede açık. Daha çok kısa dönemde kurlar üzerindeki talep baskısı azaltacak bir nakit girişini sağlamayı amaçlar gibi. Son günlerde iktidarın dış politikada yaptığı hamleleri izliyoruz. Daha önce kavga ettiği, dış politikada çıkarlarının farklılaştığı ülkelerle bugün el sıkışmakta; barışmaya çalışmakta. Bunun en son örneğini Suudi Arabistan oluşturdu. Elbette bu bir yakınlaşma iktidarın dış politikasındaki değişimin bir sonucu. Ama ondan daha önemlisi, iktidarın ekonomik sıkışmışlığı böyle bir dönüşümü zaruri kılmaktadır. Geçmişteki ekonomik performansının yol açtığı özgüven, bugün iktidarda kalmamıştır. Türkiye ekonomisinin son üç yıldır çok ciddi döviz, dış kaynak ihtiyacı içindedir.  Yirmi yıllık iktidar döneminde, AKP maalesef ülkenin döviz kaynaklarını çok fazla geliştiremedi. Borçlanmaya aşırı umut bağladı.  Dışarıdan ucuza ve kolay borçlanmaya alışmış bir şekilde, sürekli borçlanarak harcamalarını finanse edebileceğini sandı. Elde edebildiği kaynakları kullanırken oldukça “savurgan” davrandı. Bunları ülkenin döviz geliri elde etme kabiliyetini arttıracak yatırımlarda ve faaliyetlerde kullanmak yerine, taş ve toprak üzerinden servet ve sermaye birikiminde kullandı. Defalarca yazıldığı gibi, borçlanılan kaynakları ülke ekonomisine döviz sağlama kabiliyeti son derecede düşük olan hizmet-ticaret-ve-inşaat sektörlerindeki iş hacmini finanse edebilmek ve bu faaliyetler üzerinden kolayca gelir akımları sağlayabilmek için kullanıldı. İktidarın şimdi aklı başına gelmiş olsa da artık iş işten geçti. 2002-2013 arasındaki gibi likidite bolluğu dünya ekonomi tarihinde tekrar olur mu bilinmez. Şu anda koşullar bunun tam tersi yönde gelişiyor. Buna bir de ülkenin mevcut istikrarsızlıkları ile jeopolitik riskler de eklenince, Türkiye’nin Batılı kaynaklardan sermaye çekebilme imkânı giderek azaldı. Hatta büyük ölçüde durdu. Şimdi umudumuz Orta Doğu. İlişkilerimiz düzeldiği takdirde, bölgeden petro-dolarları çekmeyi düşünüyor iktidar. Ancak Batılı ve Doğulu yatırımcının arasında temelde önemli bir davranışsal fark var. Batılılar faiz veren ve finansal piyasalarda işlem gören mali araçları satın almayı tercih ederken, Doğulu yatırımcıların tercihi genellikle reel varlık alımı yönünde oluyor. Bunlar önemli yapısal farklılıklar ve sanırım “din” bunda önemli bir unsur. Bu davranışsal farkın bizim için önemi ise, ülke ekonomisinin ihtiyaç duyduğu miktarda bir sermaye akışını sağlayacak değerde reel varlığımızın olmaması. Özellikle AKP’nin ilk dönemindeki özelleştirmelerle elde çıkarttığı kamu işletmeleri yok artık. Özel sektörün, özellikle bu kur seviyelerinden işletmelerini satmaya niyetli olacağını beklemek doğru olmaz. O zaman elimizde bir tek “konut” ve “arazi” kalıyor satacak. Daha da önemlisi, bu yönde girişimde bulunsanız ve başarılı olsanız bile, böyle bir sermaye girişinin sürekliliğinden bahsedebilmek çok zor. Kısaca Orta Doğu sermayesinin Batı menşeili sermayeyi ikame edebilme ihtimali oldukça düşük. Peki, hükümetin amacı nedir? Bunları onlar bilmiyor mu? İktidarın amacı şu anda yaşadığımız ekonomik krize kalıcı bir çözüm bulabilmek değil. Bu iktidarın söylem ve uygulamalarından son derecede açık. Daha çok kısa dönemde kurlar üzerindeki talep baskısı azaltacak bir nakit girişini sağlamayı amaçlar gibi. İktidar, sağlanacak bu kısa erimli istikrarla önümüzde sene yapılacak olan seçime kısmen düzelmiş ekonomik koşullarda gidebilmenin peşinde. “Gerisi Allah kerim!”. Enflasyonla mücadele edilmiyor. Çünkü iktidar ekonomiyi büyütmeyi tercih etmiş. Ulusal para aşırı değer kaybetmiş ve reel varlıklarımızı döviz cinsinden ucuzlamış durumda. Çünkü iktidar döviz için ihracat gelirlerine muhtaç. O yüzden ihracatın kârlı olması gerekiyor. Yine kredi genişlemesinden ve düşük faizden vazgeçemiyor. Çünkü iç talebin yüksek olması ve ekonominin büyümesi gerekmekte. Bu hedefleri bir arada gerçekleşmeye çalışırken, ekonomi yönetimi de karma karışık bir hal alıyor. Serbest piyasa sisteminden vazgeçilmemiş, sermaye hareketlerine kontrol getirilmemiş olsa da, yapılan ekonomik uygulamalar böyle bir kurumsal yapıda görmeye pek de alışık olmadığımız uygulamalar olmaya başladı. Son zamanlarda döviz talebine “doğrudan müdahale” yerine,  “telkin” yoluyla kontrol geldi. Serbest piyasa modeli, “-miş gibi” modeli ile ikame edildi. Hazine kaynaklarıyla yüksek getiri imkânı yaratılarak tasarruf sahiplerinin riskleri hazineye yüklendi.  Ekonomi yönetimindeki bu keşmekeşin seçime kadar devam ettirilebilmesinin ön şartı ise, ekonomiye taze para girişi sağlayıp, TCMB ve hazine üzerindeki riskleri ve mali yükleri bir ölçüde azaltabilmektir. Türkiye ekonomisinde o eski eski başarılı döneme dönebilmek mümkün müdür? Para varsa, şüphesiz dönebilmek mümkün. Ama bunun “hamasetle” olmayacağı çok açık. Türkiye ekonomisinin mali kaynak ihtiyacının boyutları konusunda bir fikir elde edebilmek ve geçmişle bir mukayese yapabilmek için Grafik 1 oluşturuldu.  Tartışmalara mahal vermemek için verilerin tamamı TCMB veri dağıtım sisteminden alınmıştır. Grafik 1’deki birinci sütunda AKP iktidarının başladığı 2003 yılından günümüze kadar meydana gelen cari açıkların kümülatif toplamı (mavi) yer almaktadır. Buna bitişik olan sütündeki veri ise, yine aynı dönemde ülkeye giren sermayenin kümülatif toplam değeridir. Bu veriler de ödemeler dengesindeki finans hesabından alınmıştır.
Ekonomi yönetimindeki bu keşmekeşin seçime kadar devam ettirilebilmesinin ön şartı ise, ekonomiye taze para girişi sağlayıp, TCMB ve hazine üzerindeki riskleri ve mali yükleri bir ölçüde azaltabilmektir.
Yirmi yıllık dönemi bir bütün olarak aldığınızda cari açık miktarının biraz üzerinde bir sermaye çekebilmiş Türkiye ekonomisi. Ancak asıl önemli bilgi dönemi iki alt dönem ayırdığımızda ortaya çıkmakta. Birinci dönem 2003-2017 arasındaki yüksek büyüme dönemidir. Bu dönemde ekonominin verdiği cari açık miktarı son derecede yüksekken, bunun finansmanı için gelen kaynak miktarı bundan çok daha yüksek miktarda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu dönemdeki büyüme oranı da Türkiye ekonomisinin alışılmış oranlarının üzerinde gerçekleşmiştir. Bu dönemdeki ortalama büyüme oranı yüzde 5,8 seviyelerindedir. Aynı dönemde toplam cari açık miktarının çok üzerinde ülkeye giriş yapan sermaye TL’nin de değer kazanmasına ve bu şekilde elde edilen bir “sanal” refah artışına yol açmıştır. Ancak sıkıntı 2018’den sonra başlamış.  Malum olduğu üzere ekonominin ilk kur şokuna 2018 yılının yaz aylarında maruz kalınmıştı. Grafik 1’den de görüleceği gibi ülkeye gelen yabancı sermaye miktarı cari açığın finanse edilmesi için gerekli olanın neredeyse yarısı düzeyindedir. Bunun cari açığın kontrol edilmeye çalışıldığı bir dönemde gerçekleştiğine dikkat çekmek gerekiyor. Zaten cari açığın finansmanı için yetersiz kalan sermaye girişi beraberinde TL’nin de değer kaybetmesine yol açmıştır. Artık iktidarın 2003-2017 döneminde olduğu gibi, yüksek cari açık ve harcama politikası yapabileceği düşünmüyorum. Dışarıdan ciddi oranda kaynak gelmediği ve bugün uyguladığı makroiktisadi politikalardan vazgeçmediği takdirde, yaptığı ve yapacağı benzer uygulamalar, yüksek enflasyon ve deforme olmuş nispi fiyatlarla, sadece ülke içindeki mevcut kaynakların kesimler arasında “yeniden dağıtımına” yol açacaktır. Bunun ne kadar süreceği ise, ellerindekini kaybetme riski olanların göstereceği dirence ve dile getirecekleri itiraza bağlıdır.  Önümüzdeki seçimlerin sonucunu kanımca bu itirazlar belirleyecektir.