Paradigmanın iflası: Eşitsizliklere karşı yeni dönem

Abone Ol
sui generis, yani diğerlerinden ayrı değerlendirilmesi gereken bir ülke mi? Açıkçası dünyada yaşanan tartışmalara, siyasi ve sosyal gelişmelere baktığımızda Türkiye’nin dünyadan ayrı olmak bir yana onun önemli bir parçası olduğunu görüyoruz. Bu açıdan Türkiye küresel olarak yaşanan eğilimlerden ayrı değil, ancak son yıllardaki otoriterleşme bütün bu eğilimleri Türkiye’nin çok şiddetli yaşamasına sebep oluyor. Türkiye bu anlamda siyaset laboratuvarındaki deney grubuna giriyor. Dahası Türkiye otoriterleşme, meclisin ve demokratik kurumların etkisizleştirilmesi, sosyal kutuplaşma, ekonominin bunlara tepkisi, toplumsal tepkilerin bastırılması ve hatta muhalefetin oluşturduğu ya da oluşturmaya çalıştığı ittifaklarla dünyaya önemli bir ilk örnek sunuyor. Son yerel seçimlerde muhalefetin başarısının benzer siyasi koşullar altında bulunan Macaristan ve Polonya’daki yerel seçimlerde de muhalifler tarafından izlendiği ve örnek alındığı biliniyor. Öte yandan Irak’ta geçtiğimiz yıl gerçekleşen ve çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu sosyal hareketlilikten aldığımız bilgilere göre, Iraklı gençler de Türkiye’deki Gezi hareketinden etkilendiklerini ve izlediklerini belirtmişler. Örnekler çoğaltılabilir ancak uzun lafın kısası Türkiye dünyanın bir parçası ve küresel eğilimleri doğrudan deneyimliyor, biraz sert şekilde de olsa. Ancak Türkiye’nin dünyaya pek bir şey sunamayacağı ancak onu yıllar içinde izleyebileceği yeni bir küresel eğilim var. Bu yeni eğilimi küresel bir paradigma değişikliği olarak da adlandırabiliriz. Henüz çok yeni ve ilk adımlarını görmekteyiz. Bahsettiğim değişiklik dünyadaki hakim ekonomi modeli yani 1980 sonrası tüm dünyada muzaffer olarak görülen neoliberalizm. Bu model servetin yukarıda birikmesini, ihracata dayalı ekonomik büyümeyi ve yüksek rekabeti esas alan, kamusal hizmetlerin ve kaynakların kısılmasını hedefleyen, kolektif her türlü mücadeleyi dağıtmak isteyen, reel ücretleri baskılayan ve azaltan ve bilfiil bunu uluslararaası anlaşmalar ve IMF ile Dünya Bankası gibi kuruluşlarla denetleyen ve zorlayan bir modeldi. Modelin hakim prensibi hayatın hemen hemen her alanında piyasaları korumak, eğer yoksa bunu kurmak üzerineydi. HİÇ BİR HEDEF GERÇEKLEŞMEDİ Amaçlanan şeylerden biri elbette 1970’li yıllara damgasını vuran birikim krizine set çekmek ve yeni bir birikim modeli oluşturmaktı ancak ikinci ve belki de daha önemli amaç sosyal ve siyasal yönetimi tesis etmekti. Literatürde iyi bilinir ve tartışılır ki Şili ve Türkiye iki önemli deney ülkedir. 24 Ocak kararlarının uygulanması için askeri darbe yönetimi beklendi, benzeri 1973’te Şili’de General Pinochet yönetimi tarafından gerçekleştirildi. Bugün hem Şili hem de Türkiye OECD ülkeleri arasında gelir eşitsizliğini ölçen GINI oranlarına göre oldukça kötüler. Şili 0.47 oran ile sondan ikinciyken, TÜİK verilerine göre 2020 yılında bu oran Türkiye için 0.39. Bu Türkiye’yi en kötü ilk beşe sokuyor. Neoliberal model trickle down effect yani akmasa da damlar anlayışıyla geniş kesimlere de refah dağıtılacağını savundu. Bunu da devletten azade özgür bir toplum vitrini ile sundu. Yaklaşık 40 yıl oldu. Ancak bugün dünyada ne vaat edilen özgürlük ne de çok söylenen refah var. Tersine, Thomas Piketty gibi bilim insanlarının yaptığı çalışmalarda ortaya çıktı ki eşitsizlik bandı son 40 yılda tüm dünyada genişledi, servet yukarıda birikirken aşağıya yoksulluk ve dahası güvencesizlik kaldı. Ancak bu modele otoriterleşme eşlik ettiğinde durum çok daha fena bir hal alıyor. Türkiye güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı sistemine geçtikten sonra, yani 2019 ile 2021 arasında, ülkedeki mutlak yoksul sayısı 3.2 milyon kişi artarak 10 milyon 171 bin kişiye yükseldi. Dahası değerli iktisatçı Prof. Dr. Öner Günçavdı’nın tahminlerine göre bu sayının 16 milyonu bulduğu bile söylenebilir. Elbette bunlara benim güvencesiz dediğim kesimler dahil değil. Onları da dahil ettiğimizde memleketin önemli bir bölümünün mutlak yoksul ya da güvencesizleşen yeni yoksullardan olduğunu söyleyebiliriz. Peki durum tepede de öyle mi? Ne yazık ki değil. Modelin getirileri servetin yukarıda yoğunlaşacağını öngörüyordu, öyle de oldu. Credit Suisse’in 2018 raporuna göre Türkiye’nin en zengin % 1’i Türkiye’de servetin % 54.4’ünü elinde tutuyor. Otoriterlik ekonomik eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor şüphesiz. Buna bir örnek Piketty ve arkadaşlarının Dünya Eşitsizlik Raporu’ndan verilebilir. Dünyada bölgeler arasında ekonomik eşitsizlik en çok Ortadoğu bölgesinde. Ortadoğu’da en zengin % 10, Ortadoğu servetinin % 61’ini elinde tutuyor. Oran açıkça gösteriyor ki petro-monarşiler ve otoriter sistemlerde ne siyasal adalet ne sosyal adalet yolunu bulamıyor. Ancak bu model son yıllarda sallantıdaydı. 2008 finansal krizi önemli ölçüde toplumlarda sosyal adaletsizlik hissini arttırdı. 2008-2013 sosyal hareketliliğini bunun sonucu sayabiliriz. Ancak orada bitmedi bu kez toplumlar tıpkı 1930’lardaki krizde olduğu gibi bir arayışa gitti ve ilk olarak aşırı sağcılara yöneldi ve popülistleri iktidara getirdi. Trump ve benzerlerini bunun sonucu sayıyorum. Fakat popülistlerin dahi öngöremediği bir küresel sağlık krizinde kendimizi bulduk. Ve bu kriz neoliberal modelin bütün eşitsizliklerini, yarattığı yoksulluğu ve güvencesizliği kristalleştirdi. BİDEN’IN GÖRDÜĞÜ GERÇEK İşte Joe Biden, ki kendisi neoliberal modelin tesisi için son 40 yılda çok çalışan biridir, böylesi bir dönemde ABD Başkanı oldu. 100 gününü devirdi. Çarşamba günü Senato’da yaptığı konuşmada eşitsizliklere karşı mücadelenin gündeminin temel önceliği olacağını söyledi. Ana okullarının açılması, kamusal sağlık ve kamusal eğitime – fırsat eşitliği için – kaynak aktarılması, yaşlı ve engellilere bakım gibi konularda 2 trilyon dolarlık bir paket tasarlıyor. Daha solda yer alanlar 10 trilyon dolarlık bir paket istiyor. Peki bu nasıl yapılacak? Biden en zengin % 1’in ve şirketlerin vergilendirileceğini ve bütçenin böyle karşılanacağını açıkladı. Yani servet vergisi ve kurumlar vergisi ile. Son 40 yılda devlet politikalarıyla zenginleştirilen % 1’e vergi, kamusal hizmetlerin artırılması, muhtemelen buna uygun bir ekonomik model yeniden tasarlanıyor. Dahası 40 yıl öncesinin neoliberal modelini savunan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar bugün eşitsizlik üzerine toplantılar yapıyorlar. Dünya kaynıyor, bunun farkındalar. Paradigma değişiyor. Bu eğilimin yakında Türkiye’ye de yansıyacağını öngörebiliriz, toplumcuların ve sosyal demokratların da buna göre bir konum alması gerekiyor açıkça. Çünkü Türkiye toplumu son 10 yılda çok ağır bir süreç geçirdi. Bunun telafisi sadece güçlendirilmiş parlamenter sistemle değil aynı zamanda güçlü bir sosyal devletle mümkün olacak.