Pandemide alternatif eğitime kısa bir yolculuk
Bireyin özgüvenini yok eden okullardaki öğrenme süreçlerinin ağır bir yük olmaktan çıkıp, öğrenciyi özgürleştiren, öğrenmekten haz aldığı, geleceğini özgüvenle hazırladığı ve ilerde mutlulukla anacağı bir boyuta dönüşebilmesi umuduyla…
Pandemi, özellikle aşı öncesi korkuttu, hem de çok. Yaşamdan elimiz eteğimiz çekildi. Düşman gözle görülür değildi. Dolayısıyla aldığımız bir nefes bile düşmandı, ya içinde korona virüsü barındırıyorsa?
Bu korkuyla eve kapanmışken, yeni yaşam elbette farklı renklerini de sunacaktı bize. Küçük oğlum da zorunlu eğitime ara verince üç kişilik kapalı devre bir hayat başladı. Hayatın ritmi değişti, önce dışarı doğru akan hayat bu kez içe doğru akmaya başladı. İş ve okul mesaisi olmayınca, özellikle sabah kahvaltılarında oğlumla kaliteli zaman geçirme fırsatı yakaladık. Tunahan o yıl üniversite sınavına girecekti. Bizim toplumda üniversite sınavları öğrenci ve aileler için yaşamın ertelendiği ağır, stresli bir dönemdir. Okulda, dershanede ‘öğrenmeden’ ziyade ezberin dayatıldığı öğrencinin psikolojisini de bozan stresli koca bir yıl.
Bizim içinse sınav dönemi pandemiye yakalanmak talihsizlik değil, şans oldu. Daha doğrusu sınava hazırlanma angaryasını karşılıklı zevk alacağımız bir sürece çevirebildik. Sınavı unut dedik, gel eğlenelim, birbirimiz tanıyalım, alış-veriş yapalım. Bu alış-verişte ben Tunahan’la geleceğe açılma, o da tarihin sihirli dehlizlerine dalma fırsatı buldu. Her gün bir tema bulup, o temaları kazdık, kazıdık. Seksen günde devri âlem gibi tüm dünyayı dolaştık. Tek şartım, öğrenmenin önündeki en önemli bariyer olan ‘EZBER’i ve ‘ezber’ kelimesini unutması oldu. Soru bankalarına kilitlenmiş ‘ezbere dayalı eğitime’ mahkûm olmaktansa, öğrenme sürecinde alternatif bir yola saptık. Özgürleşmeyi ve keyfi seçtik. Karşılıklı etkileşim süreci çok özel bir lezzet bıraktı zihnimizde. Çünkü gerçek öğrenim lezzetli bir yemek gibidir. Öğrenmenin tadını almışsanız bırakamazsınız, ancak o zaman ömür boyu öğrenme sürecine girersiniz. Öyle bir durumda da sadece öğreten olamazsınız, öğrenmeden nasıl öğretebilirsiniz ki….
Tunahan’la serüven alanımız, alış-veriş alanımız çoğunlukla kahvaltı soframızdı. Herkese açık olan Halil İbrahim sofrası. Çok değişik backgroundlara sahip misafirlerimiz oldu. Onlara tek tek teşekkür ediyoruz. Onlarla çok eğlendik ve çok kaliteli zamanlar geçirdik, çok şey öğrendik. Cem Yılmaz evimizin sürekli konuklarındandı mesela. Cem evde bizden biri oldu, güne onun esprileri başlamak pozitif katkılar sundu. Cem’in deyimiyle ‘eğitim şart’tı elbet ama ‘nüktesiz eğitim’in de tadı olmaz.
Coşkun Aral da soframızın bir başka müdavimiydi. Aral’ı bilirim ama onun You Tube kanalını oğlum tanıttı bize. Bir savaş muhabirinin gözünden dünyayı dolaştık. Aral’la birlikte, işgal sonrası Afganistan’a gittik, o zorlu yolculuklarına yoldaşlık ettik. Hindistan’ın renkli, mistik dünyasına, kutsal törenlerine konuk olduk. Filipinler’deki Müslüman gerillaları tanıdık, Afrika’da farklı kabileleri ziyaret ettik. Sadece dış dünyaya açılmadık, Aral’la Siirt’i, bıttım sabununu, Hasankeyf’i, fotoğraf makine koleksiyonunu gördük. Zorlu ve renkli dünyalar aldık Coşkun Aral’dan.
Henüz üniversite sınavına girmemişti ama İktisat Bölümü’nü istiyordu. O nedenle bu alanın duayenlerini soframıza genellikle Tunahan davet etti. Bu vesileyle Daren Acemoğlu’nun konferanslarına sık sık katıldık birlikte. Ekonominin temel taşlarını, siyasal, hukuki zemini öğrendik Acemoğlu’ndan. Kurumların, kuralların ekonominin yer çekimi olduğunu, onlar olmadan ekonomik istikrarın da olamayacağını anlatıyordu. Böylece ekonomik istikrar, refah ve demokrasi üçgeni arasındaki iç açıları daha iyi anladık. Tunahan, Mahfi Eğilmez ve Işın Çelebi’nin ekonomi sohbetlerini bulmuş internetten. Onların, karşılıklı tatlı tatlı paslaşmalarından hem Türkiye ekonomisini hem de küresel alanda ekonomideki yeni trendleri öğrenme şansı bulduk. Bilkent’in şimdiden efsane hocası Refet Gürkaynak’ın tecrübelerinden, ekonomi sohbetlerinden çok istifade ettik.
Yalın Alpay, İlker Canikligil gibi genç entelektüeller hem birikimi hem enerjileri ile bizleri etkilediler. ‘Boş Modern Sohbetler’ isimli programlarında geleneksel yöntemleri alt üst edip, kışkırtıcı bir öğrenme serüvenine misafir ettiler bizi. Alpay ‘dedikodu’, ‘kıskançlık’, ‘muhafazakarlık’, ‘tarih’, ‘sinema’ gibi pek çok kavramı ters yüz edip, şablon kırıcılığına soyunarak ezber bozmanın önemini hatırlattı. Çoğu kez onların izni olmadan sözlerini kestik. Videoları durdurup, burada ne demiş olabilirler diye kafa yorduk. Bazen kelimelere, kökenlerine, terimlere takıldık. Kelimelerin anlamını bilmeden anlamlandırabilir miyiz? Mümtaz Soysal ‘Anayasa Hukukuna Giriş’ dersinde parlamentonun tarihsel gelişimini anlatırken, önce kökenini öğretmişti. Parlamento Fransızca ‘parle’ (konuşmak) kökünden gelir diye. Dolayısıyla halkın sorunlarının konuşulduğu yer olan parlamentoda ‘konuşma hakkı’nın ne kadar önemli olduğunu öğrenmiştim üniversite birinci sınıfta.
Bizim kuşağa uzak olsa da yazılım, uzay, uzay yolculukları, yapay zekâ, bitcoin gibi konular milenyum doğumlu oğlum ve arkadaşları için günlük-sıradan sohbetlerinin ana konusu. Onun sayesinde Elon Musk’ı ve Mars’la ilgili girişimlerini öğrendim. Güney Afrika kökenli Musk’ın ofisine konuk olduk, onun uzay uçuşlarına katıldık, Mars artık sıradan bir gezinti noktası olmaya başladı kahvaltı soframızda. Sonrası daha da zevkli oldu. Bu kez Tunahan yakın siyasi tarihe dair belgeseller buldu. ‘Demirkırat’ ve ‘Özallı Yıllar’ belgeselini izlemeyi önerdi. Biz o yılların içinde büyüdük, hatta belgeselleri daha önce izlememize rağmen, unuttuğumuz ne kadar çok detay olduğunu gördük. Nisyan ile malulmüşüz meğer. Tunahan belgesellerde ülkemizin tek parti dönemini, çok partili hayata geçişini, İnönü’nün kilit rolünü öğrendi.
Ardından 1950 Demokrat Parti dönemini ve demokrasi talebiyle gelen partinin iki dönem sonra demokrasiyi nasıl rafa kaldırmaya çalıştığını, ‘güç’ün ve ‘mutkak gücün’ siyasetteki yıkıcı örneklerini izledi; 1960 darbesi, asılan üç insanın ve siyasetin dramını. Tunahan ‘Özallı Yıllar’da 1980 darbesinden sivilleşmeye geçiş sürecini, aktörleri ve anıları dinledi devamında. Sakıp Sabancı’nın o dönemdeki ekonomik dönüşümü Kayseri-Adana karışımı şivesi ile anlatımından çok etkilendi. Aslında onu şivesini pek anlamadığı bir tür Cem Yılmaz gibi izledi. Benim için, ‘mutfaktaki aşçıya eline sağlık’ demek önemli, vazgeçilmez bir ayrıntıdır. ‘Özallı Yıllar’ı izlerken Mehmet Ali Birand’a ve 32. Gün ekibine onlar duymasa da teşekkür ettik, onları da tanıma turuna çıktık. 32. Gün’ü bir gazetecilik ve belgesel okuluna çeviren Birand’ı andık. Hatta Can Dündar’ın kaleme aldığı ‘Birand: Bir Ömür, Ardına Bakmadan’ kitabını okuduk hep birlikte. Birand’ın daha çok küçükken ayağına dökülen kaynar su sonrası çileli yaşamı, her başarısız ameliyat sonrası daha da ağırlaşan sağlık durumunu konuştuk. Ağır sağlık sorunlarına rağmen, Abdi İpekçi ile değişen dünyasına, gazetecilik mesleğini nasıl bir tutkuyla yaptığına, sevgili eşi Cemre hanımla atlattıkları badirelere tanıklık ettik Dündar’ın akıcı kaleminden. Abisinden farklı olarak siyasete ve siyaset bilimine ilgi duymayan oğlum 32. Gün belgeselleri ile yakın tarihe çok zevkli yolculuklar yaptı.
Kitap okuma alışkanlığı olmayan bir toplum olmamıza rağmen, üniversite sınavında öğrencilere yapılan en ciddi işkencelerden biri ‘yazar ve kitap adları’ sorulmasıdır. Çocuk daha günümüzdeki yazarı çizeri tanımazken, eline bir roman dahi almamışken, isimlerini bile doğru telaffuz edemedikleri ‘Divan’, ‘Tanzimat’, ‘Servet-i Fünün’, ‘Cumhuriyet’ edebiyatından sorumlu tutmak, öğretmek yerine ‘ezber’e zorlamak nasıl bir akıl tutulmasıdır?
Biz de madem bu konuda dertliyiz, Fuzuli’nin ‘Şikayetname’sine başvurduk. Eğitim sistemine ‘hicivler/taşlamalar’ yaptık. Hem divan edebiyatını hem de dönemi öğrenelim dedik. Fuzuli’nin Osmanlı bürokrasisi için yazmış olduğu ‘selam verdim rüşvet değildir deyü almadılar’la başladık, aslında bu dizelerine kadar da güncelliğini koruduğunu fark ettik. Divan edebiyatını sözel olarak anlamazsak da şiirlerdeki ahenge, musikiye hayran kaldık. Şehy Galip’in ‘Hüsn-ü Aşk’ı ‘iyi’ geldi mesela. Aşıkları, onların yaşam öykülerini okuduk, türkülerini dinledik. Pir Sultan’dan, Köroğlu’na, Karacaoğlu’ndan Aşık Veysel’e uzun ince bir yolda yürüdük zevkle. Pir Sultan’da siyaset meydanlarını, kurulan darağaçlarını, ‘meğer müşkül işmiş hürriyet’i tattık. Ömer Hayyam’ın‘Rubailer’i başucu kitabımız oldu. Neyzen ille de Neyzen Tevfik. Neyzen’le ‘hiç’liğin mastırını yaptık. İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif’le Neyzen’in Mısır’daki evlerine konuk olduk. İslamcı bir şairin, gece gündüz rakı içen Neyzen’le dostluğu göz yaşartıcı. Akif’in Neyzen’e yazdığı şiir, bugüne de ışık tutmaz mı?
Cumhuriyet edebiyatına Faruk Nafiz Çamlıbel ile giriş yaptık. ‘Han Duvarları’na biz de şiirler karaladık. Pozantı-Ulukışla arası üşüdük, atları Han’ın duvarlarına bağlayıp, içerde yanan soba etrafında dertleştik. Gidemesek de ‘orda bir köy var uzakta’yı yad ettik. Dranas’ın ‘ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla’sı ile iç gıcıklayıcı yarenlik yaptık. Yahya Kemal’in ‘Sessiz Gemi’sini Hümeyra’dan, ‘Zil, Şal ve Gül’ü Münir Nurettin’den defalarca dinledik, dans ettik. Elbette Sabahattin Ali’yle dağları mesken edindik, Nazım’la en güzel aşk şiirlerini dillendirdik. Bedri Rahmi’yle ‘kara dutum, çatal karam, çingenem’i, Orhan Veli’yle gözlerimizi kapayıp şimdi yok edilmiş İstanbul’u dinledik. Sait Faik’le kırlara uzandık, doğanın sesine dikkat kesildik, ‘hişt hişt’ sesleriyle kulaklarımızı doldurduk, Ahmet Arif’le ‘hasretinden prangalar eskittik’.
Müziksiz olur mu hiç? Bir yandan klasik Türk sanat musikisine uzandık, bir yandan da Tunahan sayesinde yeni sesleri, grupları tanıdık. Örneğin Erkin Koray tadında Ezhel’i tattırdı bize. Ezhel’in protest sözlerini, konuşan isyanını dinledik kaç kere Ankara-İzmir arası. Arabada ezgileri zelzele yaratırken, ‘Allah’ından bul’ diyordu kötülere. Biz de yüksek sesle ‘Amin’.
Bir programda modern ailelerin artık ‘tanıdık yabancılar’a dönüştüğü anlatılıyordu. Pandemi ‘tanıdık yabancı’ların birbirini tanıma, anlama, birikimini paylaşarak ‘yabancılaşmanın’ önüne geçmesi için de bir şans oldu. Bizimki de pandemi boyunca ana-oğul alternatif bir öğrenme, birbirimizi tanıma süreciydi. Şimdi yazdıklarıma bakıyorum da ben öğretmekten çok öğrenmişim Tunahan’dan, onunla geleceğe açılmışım meğer. Teşekkürler bana yeni kapılar açtığın için.
Bunlar da ilginizi çekebilir