Özgür Çoban yazdı | Avrupa’da yükselen faşist şiddet ve büyüyen suskunluk
Paradoksal ilişki
Ancak faşizmin modernite ile olan ilişkisinin bir hayli paradoksal olduğu da ortada. Romantik semboller ve mitik ögelerle donatılmış derme çatma, arkaik, etnosantrik ideolojik bütünüyle modernitenin kurum ve kurallarına saldıran faşizmin, bunu yaparken teknolojinin sağladığı imkânları da sonuna kadar tükettiğini görüyoruz. Örneğin, Alman İç İstihbarat Teşkilatı, ülkedeki faşistlerin on-line mecrada oldukça aktif olduklarını belirtiyor.
Avrupa ölçeğinde düşünürsek, faşizmin siyasal bir beden kazanabilmesi için teknolojik imkânlarla birlikte “şiddet” unsurunun da güçlü bir şekilde devreye sokulduğunu görüyoruz. Almanya’da geçenlerde istihbarat tarafından açıklanan bir raporda, bu yılın ilk 6 ayında tam 8 bin 600 ırkçı taciz ve saldırı girişimi yaşandığı bilgisi yer aldı. Nostaljik faşizmde olduğu gibi faşistlerin kitlelerini genişletebilmek ya da konsolide edebilmek adına sıklıkla şiddete başvurmaya başladıklarını söyleyebiliriz. Artan saldırılara bakılırsa –ki buna siyasi cinayetler de dâhil- şiddetin faşistler için kritik bir önemde olduğu açık bir şekilde ortada.
Burada en sorunlu alan ise devletlerin şiddet olaylarına karşı bir politika geliştiremiyor olması. Unutmamak gerekiyor ki devletlerin, faşistlerin paramiliter örgütleri aracılığıyla uyguladıkları saldırılara karşı tutum geliştirememesi ya da suskunlukları gizli bir desteğin ifadesi, bunu böyle yorumlamak gerekiyor.
Faşizm aniden gelmiyor ya da iktidarı “beklemediğimiz” bir anda ele geçirmiyor. Faşist partilerin iktidarı ele geçirmesi devletlerin faşistleşme sürecinden ayrı düşünülmemeli. Faşizmin demokratik seçimleri kullanarak monolitik bir blok olarak iktidarı gasp etmesi, bu ideolojinin varlığında vücut bulan vahşeti, çelişkileri ve şiddet sevdasını göz ardı etmemize neden olmamalı. Bu yüzden içerisinde yaşadığımız şu periyotu faşistleşme sürecinin bir parçası olarak düşünmemiz ve ele almamız gerekiyor. Bu, doğru yaklaşım ve önlemler geliştirmek için hayati derecede önem taşıyor.
Emekçileri saflara çekebilmek
Bana göre, faşizme karşı verilecek mücadelede atılması gereken en önemli adım, mevzileri terk eden emekçi sınıfını yeniden saflara katabilmek. Kapitalist üretim tarzı içerisinde bir üst aşama olan neoliberal uygulamalara boyun eğilmesiyle birlikte burjuvazi lehine evrilen üretim sürecinde pasifize edilen emekçilerin yeniden sürecin baş aktörü haline getirilmesi gerekiyor.
Emek sınıfı açısından işlerin bu dramatik safhaya gerilemesinde kuşkusuz en büyük pay sosyal demokratların. Avrupa’da adeta ölüm kalım mücadelesi veren sosyal demokratlar, neoliberalizme teslim olmalarının bedelini ödüyorlar. Israrla yürümeye devam ettikleri yol çıkmaz sokakta bitiyor. Karl Polanyi’nin, “kapitalizmin çifte hareket halinde olduğu yani bir tarafında emekçiler diğer tarafında ise sermayenin olduğu” görüşünden hareketle sosyal demokratlar için denklemin oldukça basit olduğunu ifade edebiliriz. Bunlar ya piyasa güçleri ile iş tutmaya devam ederek erimeyi sürdürecekler ya da yeniden emekçi sınıfının tarafına geçerek kitle partisine dönüşecekler. Üçüncü bir yol maalesef bulunmuyor. İçerisinde bulundukları siyasi türbülanstan çıkan ve emekçilerin kabul edebilecekleri bir çizgiye gelen sosyal demokratların faşizm ile mücadelede ana aktörlerden biri haline gelebileceğine inanıyorum.
Avrupa sathında zuhur eden faşist kıpırdanışları “sadece geçici bir heves, moda” olarak nitelendiren kesimler, şimdi neofaşist Salvini’nin AB’nin en önemli 3 ekonomik büyüklüğünden biri olan İtalya’da iktidarı tek başına ele geçirmek için yaptığı hamleleri ve cüreti çaresizlik içerisinde izliyorlar. Bu, AB ve kıta demokrasisi için oldukça trajik bir aşamaya işaret ediyor. Burada “tek başına iktidar” hedefi gerçekleşirse sadece İtalya ile sınırla kalmayacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Neofaşizmle birlikte “medeniyetin barbarlığa rücu ettiği” süreç yeniden üretiliyor. İtalya açıklarında gemilerde adeta ölüme terk edilen sığınmacılar bunun vitrini durumunda.
Bu arada, neofaşizm için “moda, heves” gibi kelimeler sarf edildiğini duyunca tüylerim diken diken oluyor. Bir de “zaten bu faşistler hep vardı” cümlesi var. Böyle tiplere yönelteceğin, “Almanya’da vardı da geçmişte Fransa’da, İngiltere’de ABD’de, Kanada’da, Yeni Zelanda’da, Filipinler’de, İtalya’da bu kadar neofaşist ya da bu derece palazlanmış neofaşist partiler var mıydı” sorusunun anlamsızlığı kaplıyor zihni bir anda. “Neonaziler sadece Almanya’da 6 ayda 9 bine yakın saldırı düzenlemiş, oluyor muydu daha önce böyle, sen ne modasından bahsediyorsun” demek bile gelmiyor içimden. Neofaşizme ilişkin bu pasif ve çaresizlik kokan cümleyi kuranlara meseleyi izah etmeye çalışmanın beyhude bir çaba olduğunu bizzat yaşayarak öğrenenlerdenim.
Son olarak, Politik Bilimci Nicos Poulantzas’ın işaret ettiği gibi faşizm, “sakin bir gökyüzünde birdenbire kopan bir sağanak” değil hissettire hissettire, hazmettire hazmettire geliyor.