İçişleri, İmar ve Yurt Bakanı Horst Seehofer’in çıkışıyla Almanya’da İslam üzerine yapılan tartışmalar yeni bir aşamaya ulaştı. Seehofer’in, bir gazeteye verdiği röportajda kullandığı, “İslam, Almanya’ya ait değildir. Almanya, Hristiyan kültürüyle yoğrulmuştur. Pazar tatili, Hamsin, Paskalya ve Noel gibi dini yortu ve ritüeller bu kültürün parçalarıdır” sözleri uzunca bir süredir unutulmaya bırakılmış konuya yeniden odaklanılmasına neden oldu. Almanya gibi demokrasi kültürü yerleşmiş ülkelerde elbette bakanlar siyaseti tek başlarına şekillendiremiyorlar ancak demeçleriyle konunun akacağı mecrayı belirleyebiliyorlar. Bilgilendirme amaçlı bu girişin ardından biz meselemize dönelim. Görünen o ki Almanya’da göçmenlerin niteliklerine göre değil dinlerine göre sınıflandırılacağı yeni bir dönemin kapısı aralanıyor. Göçmenler -özelikle de Müslüman olanlar- ırkçı propagandanın zihinleri her geçen gün daha fazla kemirdiği bu dönemde bana göre olabilecek en kötü siyasi senaryolardan birine çarpmak üzere. Şöyle ki İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Seehofer, CSU lideri ve eski Bavyera Başbakanı. Angela Merkel’in partisi CDU ile Hristiyan Birlik’i oluşturan bu parti, muhafazakârlık çizgisinin birkaç tık ötesinde ırkçı ve milliyetçi anlayışa daha yakın duruyor. Yani Merkel’in CDU’suna göre daha sağda bir parti. Sorun buradan uç alıyor. CSU, neofaşist parti AfD öncesinde, sağın en ucundaki parti olarak boy gösterdiği parlamentoda bu unvanı kaptırmış olmanın hayal kırıklığını yaşıyor. Partinin taraftarları, ne yapıp ne edip AfD’den daha faşist bir parti olunduğunun ispatlanmasını isteyince durumdan vazife çıkaran Seehofer, bunu büyük bir memnuniyetle yaptı ve işte girişte yazdığımız bombayı patlattı. Esas itibarıyla bu bir siyasi tercihtir. CSU ve Seehofer, politik tercihleriyle ırkçı partiden aşağı olmadıklarını göstererek, kaptırdıkları seçmenlerini geri almaya çalışıyor. Amaç hasıl oldu mu bilinmez ama benim çekincem, Seehofer tarzı politik manevraların, sürekli olarak “biz yerleşik düzen partilerinden farklıyız” diye kendilerini konumlandıran aşırı sağcıların daha da sertleşmesine yol açması. Ülkenin bu denli kontrolsüz post-faşist, ırkçı politika sağanağına tutulmasının yaratacağı tahribatın ilerleyen yıllarda daha net bir şekilde ortaya çıkacağını göreceğiz. Görünen o ki Seehofer’in partisi, bu dönemde politik faşizm yelpazesinin yeni rengi olacak. İşte bin bir umutla kurulan “Büyük Koalisyon” böyle bir tartışmanın neden olduğu kaotik ortamda görevine başladı. Benim için ilginç olan diğer bir nokta ise Seehofer’in sözlerine Başbakan Angela Merkel sert tepki gösterirken koalisyon ortağı Sosyal Demokrat Parti’den fazla eleştiri gelmemesi oldu. Solcuların zaman zaman ülkemizde de olduğu gibi sağa şirin görünmek adına böyle bir tutum takındıklarını düşünüyorum ancak biliyoruz ve görüyoruz ki bu kendini eritmekten başka bir işe yaramıyor. Eski Cumhurbaşkanı Christian Wullf’un “İslam Almanya’ya aittir” sözleriyle başlayan, ardından gelen cumhurbaşkanları tarafından desteklenen süreç bugünlerde tersine dönmeye başladı. Merkel’in, politik söylemleri faşist AfD’nin temsil ettiği zemine oturan kardeş partisini nasıl yumuşatacağı merak konusu. CSU’nun içindeki güçlü faşist damarın buna pek gönüllü olduğunu sanmıyorum. Zira Seehofer’in zenofobi kokan sözlerine partisinin katmanlarından tepki gelmediğini unutmamak gerekiyor. Aslında bir bakıma ırkçılık ve faşizm icat edildiğinden bu yana uygulanan senaryo yeni kostümlerle sahneleniyor. Yani nefret ve ön yargılar köpürtülerek yaşanan diğer sosyal, ekonomik ya da politik sorunlar gölgelenmeye çalışılıyor. Bu tip popülist yaklaşımların, sıkıştığını hisseden toplumlarda geçer akçe olduğunu yakın geçmişte yine bu kıtada yaşanan örneklerinden biliyoruz. Sosyal yıkıma çeyrek kala İşler hızlı bir şekilde kendileri için negatif zemine doğru kayarken göçmenler ne yapıyor peki? Onların önemli bir bölümünün meselenin vahametinin farkında olduğunu sanmıyorum. Hâlâ sokaklarda “camilerimizde ezan isteriz”, “burada demokrasi var kimse bize karışamaz” diye geziyorlar. Bu hülyalı uykulardan uyanmalarına fazla bir zaman kalmadı. Burada demokrasi var ama bu demokrasi senin entegrasyona direnmen, geldiğin coğrafyadaki bağnazlıkları ve yobazlıkları buraya dayatman için değil. Senin, benim, onun kısacası hepimizin özgürce ve uygar bir şekilde yaşamasını temin için var. Müslüman göçmen toplumu, bu güçlü faşist baskıyı göğüsleyecek, ortak gelecek talebinde ısrarcı olacak ve bu duruşu sürükleyecek bir entelektüel bilince de sahip değil maalesef. Müslümanların bir an önce tarikat evlerine, camilerine ya da diğer sosyal alanlara kapanmaktan başka çare arayışına girmeleri gerekiyor. Bunun yolu kendi motiflerini muhafaza ederek politik ve kültürel sisteme entegre olmaktan geçiyor. En önemlisi de geldiğin coğrafyada yaşanan politik huzursuzlukları buraya ihraç etmeyeceksin. Almanların en fazla yakındıkları konuların başında bu geliyor. Müslümanların şimdiki anlayışlarıyla Almanya’nın parçası olarak kabul görmeleri durumunun birkaç politikacının sığ cümlesinde yer bulmak dışında öze sirayet edeceğini düşünmüyorum. Meselenin ciddiyetine atıfta bulunması açısından bir örnek verelim. İçişleri Bakanlığı verilerine göre, Almanya’da geçen yıl 950 İslam karşıtı saldırı düzenlendi. Bu örnek bile tek başına durumu özetliyor. Almanya’da politik rüzgârlar, göçmen ve sığınmacıların aleyhinde esiyor. Bu durumu tersine çevirmek için öncelikle CSU gibi ırkçı ve faşist çizgiye öykünen partileri normalleştirme amaçlı diyalog çabalarının hızlıca aktive edilmesi gerekiyor. Aksi halde, iktidar ortağı CSU tarafından köpürtülecek, ırkçı AfD tarafından desteklenecek faşist politikaların birlikte yaşayan halklar arasında yaratacağı sosyal yıkımı görmek için fazla beklememize gerek kalmayacak.