Otoriterleşen Türkiye:2013-...
Olağanüstü halin baskı atmosferinde kabul edilerek yürürlüğe giren ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişi sağlayan anayasa değişikliği ise literatürde suiistimalci anayasacılık olarak tanımlanan kavramla örtüşmektedir.
Önceki yazımda Türkiye’nin 12 Eylül yönetiminden ağır bir otoriter miras devraldığına ancak bu mirasın en önemli unsuru olan 1982 Anayasası üzerinde gerçekleştirdiği çok sayıda değişiklikle demokratikleşmeyi önemli ölçüde başardığına değinmiştim. Bu yazımda ise yaklaşık çeyrek asra yayılan bu demokratikleşme reformlarının hak ve özgürlük alanlarını genişletmesine, bunların hukuk devleti güvencelerini önemli ölçüde güçlendirmesine rağmen Türkiye’nin otoriterizme savruluşundaki köşe taşlarına değineceğim.
İç ve dış kamuoyunun etkisiyle, özellikle Avrupa Birliği sürecinin sağladığı motivasyonla 1987’den 2010’a kadar önemli anayasal reformlar yaparak, hatta bu reformları demokratikleşme paketleri şeklinde adlandırılan düzenlemelerle yasal plana aktarmayı başaran Türkiye, yaşayabilir bir demokrasi oluşturacağı yönünde umutlar yaratmıştı. Ne var ki bu yöndeki umutlar uzun ömürlü olmadı. Gezi Parkı olayları öncesinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, o tarihe kadar kendilerini destekleyen liberal ve demokrat çevrelerle yollarını ayıracaklarını çekinmeden beyan edebildi. Babuşçu’nun sözleri şöyleydi: “10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak.”[1]
Ülkeyi on yıldan beri yönetmekte olan partinin İstanbul il başkanının bu açıklamaları, bir bakıma Türkiye’nin demokratikleşme reformlarını ileriye taşımayacağının, aksine bunları sona erdireceğinin, hatta rotasını da değiştireceğinin habercisiydi. Nitekim öyle de oldu. Türkiye, çok geçmeden art arda yaşanan birtakım olaylar karşısında sergilediği tutumla hukuk devleti ve demokrasi değerlerinin gereklerinden uzaklaşmaya başladı.
HUKUK DEVLETİNDEN İLK SAPMA
İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde, Taksim Meydanı’nda yer alan Gezi Parkı, 27 Mayıs 2013’ten itibaren önemli gösterilere sahne oldu. Parkta başlayan protestoların nedeni, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin park alanında 1780-1940 tarihleri arasında mevcut olan Halil Paşa Topçu Kışlası’nı yeniden inşa ederek binayı, rezidans ve alışveriş merkezine dönüştürme yönündeki kararıydı. Bu amaçla Gezi Parkı’nda yer alan çok sayıda ağacın kesilmesi planlanıyordu. Göstericiler ise, Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası’nın inşa edilmesi, binanın alışveriş merkezine tahsis edilmesi kararına ve bu amaçla yapılacak ağaçların kesimine karşı çıkıyorlardı. Bu tepkilere rağmen, 27 Mayıs 2013’te parkta bir süreden beri bulunan iş makineleri aracılığıyla ağaçların kesimine başlandı. Göstericilerin ve kamuoyunun çevreyi koruma hassasiyetine verilen bu karşılık, eylemlerin kısa zamanda ülke düzeyine yayılmasına neden oldu. Böylece 81 ilin 79’unda -Gümüşhane ve Bayburt hariç- şu veya bu ölçüde Gezi Parkı protestoları gerçekleşti.
Temmuz ayının ortalarına kadar devam eden gösteriler sırasında, polisin ölçüsüz güç kullanması nedeniyle 11 kişi hayatını, 11 kişi ise gözlerini kaybetti. Bu süre zarfında 8.163 kişi çeşitli derecelerde yaralandı.[2] Bu protestolar sırasında, 5.685 kişi gözaltına alındı, 182 kişi tutuklandı, 20 kişi ve 4 TV kanalına toplam 53.880 Türk Lirası idarî para cezası uygulandı.[3]
Öte yandan emniyet güçleri, göstericilere “Biber gazı, basınçlı (ve ilaçlı) su, plastik mermi, ateşli silah kullanımı, cop, sopa, tekme ve yumruk ile fiziksel güç uygulama, küfür ve benzeri sözlü saldırı, cinsel saldırı tehdidi, mahrem bölgelere dokunma ve sıkma, çıplak arama, özgürlüğü sınırlanan kişileri dolaştırma ve yaz ayları olmasına rağmen kaloriferi açık otobüslerde tutma, sağlık hizmetlerine acilen erişmesi gereken kişiler bakımından bu olanağı sağlamama” gibi hukuka uygun olmayan pek fena muamelelerde bulunmuşlardı.[4]
Dahası bu protestolar sırasında, 22 medya mensubu işten çıkarılmış, 37 medya mensubu ise istifaya zorlanmıştı. “22 basın mensubu polis tarafından darp edilmiş, sözlü tacize veya hakarete uğramış ve görev yapması engellenmeye çalışılmış, 28 basın mensubu gaz fişeği, tazyikli su ve plastik mermi ile yaralanmış, 14 basın mensubu görev sırasında gözaltına alınmıştır. Yine bazı medya organlarında polis tarafından arama yapılmıştır.”[5]
Bu veriler, Gezi Parkı protestoları sırasında Anayasanın hukuk devletini düzenleyen 2., temel hak ve hürriyetlere genel koruma sağlayan 13., ifade hürriyetini düzenleyen 26., basın hürriyetini düzenleyen 28., toplantı ve gösteri yürüyüşü hürriyetini düzenleyen 34., temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası sözleşmelerin kanunlardan üstün olduğu kuralına yer veren 90. maddelerinin ihlal edildiğini göstermektedir.
Öte yandan bu veriler, Türkiye’nin 1954’ten bu yana taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, 1989’da bağlayıcılığını kabul ettiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının da ihlal edildiği anlamına gelmektedir. Böylece hükümetin Gezi olayları karşısında sergilediği tutum, Türkiye’nin 1980’lerin sonunda başlayıp 2000’lerin ilk yıllarında hızlanan demokratikleşme dalgasını tersine çevirerek, ülkenin Avrupa normlarından hızla uzaklaşmasına yol açmıştır. Aşağıda görüleceği gibi bu olumsuz değişim, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarıyla devam etmiş; böylece Türkiye, hukuk devletinden kanun devletine, demokrasiden otoriterizme sürüklenmiştir.
HUKUK DEVLETİNDEN İKİNCİ SAPMA
Demokratik hukuk devletinden ikinci sapma, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını takiben yaşanmıştır. Bu operasyon, dört bakanı, bunlardan ikisinin çocuklarını ve Azeri iş adamı Rıza Zarrab’ı konu almaktadır. Hükümet, kamuoyunu sarsan bu operasyon karşısında, haklarında suç isnadı olan kişileri yargıya sevk etmek, bu kişilerin yargı mercilerince tarafsız ve bağımsız olarak yargılanmalarını sağlamak yerine yargıyı kontrol altına alan yasal değişikliklerde bulunmayı tercih etmiştir.
Çeşitli kanunlar üzerinde değişiklik yapan 27 Şubat 2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesiyle hükümet, genel olarak yargı üzerinde, daha özgül olarak ise Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üzerinde kontrol gücüne sahip kılınmıştır. Bu, bir süreden beri zaten tartışmalı olan yargı bağımsızlığını ortadan kaldıran, hukuk devletini zaafa uğratan ve toplumun adalete olan inancını aşındıran bir uygulama olmuştur. Oysa bu kişiler, tarafsız ve bağımsız bir yargı önünde yargılanmış olsalardı haklarındaki isnatlar ispat edildiği takdirde cezalandırılacak, böylece yaptıkları yolsuzlukların hesabını vereceklerdi. Bu isnatlar ispat edilemediği takdirde ise aklanma fırsatını bulacaklardı.
Bu vesileyle hatırlanması gereken bir başka husus ise Türkiye’nin yargılamaktan adeta kaçındığı Rıza Zarrab’ın ABD tarafından Halkbank davası dolayısıyla yargılanması, Türkiye’nin dünya kamuoyu önünde itibarının sarsılmış olmasıdır. Bu olgusal gerçek, hukuk devletinden uzaklaşmanın, bir devlet ve toplum için ne ölçüde ağır bir maliyeti olduğunu göstermektedir.
HUKUK DEVLETİNDEN ÜÇÜNCÜ SAPMA
Öncekilere kıyasla çok daha köklü olan üçüncü sapma, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünü bastırmak amacıyla ilan edilen ve iki yıl uygulamada kalan olağanüstü hal süresince gerçekleşmiştir. Hatırlanacağı gibi Anayasamızın o tarihte yürürlükte olan 121. maddesinin 2 ve 3. fıkraları, olağanüstü hal süresince alınacak tedbirlerle bunların anayasal sınırlarına yer vermekteydi. Sözü geçen hükümler şöyleydi: “[O]lağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere, Anayasanın 15 inci maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak ve hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne suretle alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri, Olağanüstü Hal Kanununda düzenlenir.
Olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnameler çıkarabilir.”
Anayasanın yukarıda aktardığımız bu düzenlemeleri, olağanüstü hal süresince alınacak tedbirlerin sınırlarını açıkça belirttiği; Anayasa Mahkemesi de önceki kararlarında olağanüstü halin bir keyfilik yönetimi olmadığı, hukukla sınırlanmış bir rejim olduğunu, şüpheye yer bırakmayan bir açıklıkla ortaya koyduğu halde Türkiye, bu süre içinde giderilmesi kolay olmayan ağır hukuka aykırılık sorunlarına sahne oldu.
22 Temmuz 2016’dan 18 Temmuz 2018’e kadar devam eden olağanüstü hal süresince 31 adet olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi yayınlandı. Bu kararnamelere ekli listelerle on binlerce kişi, disiplin soruşturması dahi geçirmeksizin savunma hakkı verilmeden bir kez daha istihdam edilmemek üzere kamu görevinden ihraç edildi. Anılan kanun hükmünde kararnamelerle bu kişilerin unvanları, pasaportları iptal edilerek lojman hakları ortadan kaldırıldı. Dahası söz konusu kişilerin özel sektör kurumlarında çalışmalarına, hatta kendilerine ait bir işyeri açarak gelir temin etmelerine imkân tanınmadı. Kısacası, on binlerce yurttaşımız ve aileleri adeta sivil ölüme terk edildiler.
Hukuk devletinin suç ve cezanın kanuniliği, ceza hükümlerinin geriye yürümezliği, sanığın masumiyeti karinesi, adil yargılanma hakkı, yargılamasız ceza olmaz ilkesi gibi pek çok unsuru ihlâl edilerek yapılan bu ihraç işlemleri, askerî yönetim dönemlerinde dahi emsaline rastlanmayan ölçüde ağır mağduriyetler yarattı. Kısacası Türkiye, olağanüstü hal süresince kabul edilen, pek çok anayasaya aykırılık sorunu içeren olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle[6] demokrasinin ayrılmaz parçası olan hukuk devletinden hızla uzaklaşarak otoriterizme yöneldi.
HUKUK DEVLETİNDEN DÖRDÜNCÜ SAPMA
Üçüncüsünden de vahim olan dördüncü sapma, 21 Ocak 2017 tarihli ve 6771 sayılı Kanunun 16 Nisan 2017 halkoylamasında kabul edilerek Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesi oldu. Bu anayasa değişikliği, olağanüstü halin anayasal özgürlükleri ve hukuk devleti güvencelerini tamamen askıya aldığı bir baskı atmosferinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gündemine sunuldu. Parlamentoda ve kamuoyunda serbestçe tartışılmaksızın önce Mecliste kabul edildi, ardından halkoyuna sunuldu. Halkoylaması da kamuoyu yeterince bilgilendirilmeksizin, seçmenler neye evet dediklerini fark etmeksizin olağanüstü halin korku ikliminde gerçekleşti.
Dahası Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) mühürsüz oy pusulalarını geçerli kabul eden kararı, bu halkoylamasının meşruiyetine gölge düşürdü. Böylece Türkiye, 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanununun yürürlüğünü düzenleyen 18. maddesi gereğince 24 Haziran 2018’de birlikte yapılan Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerini takiben Temmuz 2018 itibarıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçmiş oldu.
SONUÇ
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişi sağlayan anayasa değişikliğinin, Türkiye’nin geride bıraktığı çeyrek asırda gerçekleşen Anayasa değişikliklerinden hiçbirine benzemediğini belirtmek gerekir. Gerçekten 1987’den 2010’a kadar yapılan değişiklikler, özgürlük alanlarını genişletmiş; hukuk devleti güvencelerini güçlendirmiş; asker-sivil ilişkilerine nispeten demokratik bir içerik kazandırmıştı. Böylece bu değişiklikler, Türkiye’de liberalleşme, demokratikleşme ve sivilleşmenin önünü açmıştı.
Olağanüstü halin baskı atmosferinde kabul edilerek yürürlüğe giren ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişi sağlayan anayasa değişikliği ise literatürde suiistimalci anayasacılık olarak tanımlanan kavramla örtüşmektedir. David Landau’ya göre “Suiistimalci anayasacılık, anayasal değişim mekanizmalarının –anayasada değişiklik yapılması ve anayasanın yeni bir anayasayla değiştirilmesi– demokrasiyi tahrip etmek amacıyla kullanılmasını içerir. Onlarca yıldan beri, askerî darbe gibi demokrasiyi devirmenin klasik metotları gözden düştüğü için, otoriter ve yarı-otoriter rejim kurmak için anayasal araçların kullanılması giderek yaygınlık kazanmıştır. İktidardaki güçlü başkanlar ve partiler, anayasal değişmeyi, onları görevlerinden almayı çok güçleştirecek ve onların iktidarlarını kullanılmasını denetlemeye yönelik mahkemeler gibi kurumları etkisiz hâle getirecek şekilde inşa etmektedirler. Bu şekilde biçimlendirilen anayasalar uzaktan hâlâ demokratikmiş gibi görünürler ve bu anayasalar, liberal demokratik anayasalarda bulunanlardan farksız pek çok unsur barındırırlar. Ama yakından bakıldığında, onlar, esasen demokratik düzeni yok etmek için tasarlanmışlardır.”[7]
Ergun Özbudun ve Kemal Gözler de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişi sağlayan anayasa değişikliğini suiistimalci anayasacılığın somutlaşmış bir örneği olarak değerlendirmektedir.[8] Gerçekten 22 Temmuz 2016’dan itibaren Türkiye’yi olağanüstü hal yönetiminin anayasal sınırlarını zorlayarak mutlak bir keyfiyetle ve hukuksuzlukla yönetenler, alışageldikleri bu keyfiliği ve hukuksuzluğu kurala dönüştürmek için Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini incelikle tasarlamışlardır. Böylece Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, hukuksuzluğu kural haline getirmek suretiyle Türkiye’yi tasfiyesi pek kolay görünmeyen otoriter bir yönetimle karşı karşıya bırakmıştır.
Bu açıklamalar, aşağı yukarı çeyrek yüzyılda elde edilen özgürlüklerin, hukuk devleti güvencelerinin ve demokrasi değerlerinin hızla ve dalga dalga nasıl ortadan kaldırıldığını göstermektedir. Bugün Türkiye’nin en temel sorunu, otoriterizmi pekiştiren bu hükümet sistemini tasfiye etmek; ülkeyi anayasal özgürlükler ve hukuk devleti güvenceleriyle yeniden buluşturmaktır.
[1] T24, Gelecek On Yıl, Liberaller Gibi Eski Paydaşlarımızın Arzuladığı Gibi Olmayacak, https://t24.com.tr/haber/babuscu-onumuzdeki-10-yil-liberaller-gibi-eski-paydaslarimizin-kabullenecegi-gibi-olmayacak,226892, erişim tarihi: 28 Nisan 2013).
[2] Türk Tabipleri Birliği
[3] Türkiye İnsan Hakları Vakfı, 2013 İnsan Hakları Raporu, s. 163. http://issuu.com/hakkiunlu/docs/rapor/171?e=2764817/7532728
[4] Gezi Parkı Olayları: İnsan Hakları Hukuku ve Siyasi Söylem Işığında Bir İnceleme, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 32.
[5] A.g.e., s. 62.
[6] Serap Yazıcı, Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri: Kamu Görevinden İhraçlar ve Yol Açtıkları Hukuka Aykırılık Sorunları, Prof. Dr. Metin Günday Armağanı, Cilt II, Atılım Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2020, s. 1501-1555.
[7] Kemal Gözler, “16 Nisan’da Oylayacağımız Anayasa Değişikliği Bir ‘Suistimalci Anayasa Değişikliği’ midir?”, http://www.anayasa.gen.tr/suistimalci.htm (Konuluş Tarihi: 1 Mart 2017). David Landau’nun istismarcı anayasa kavramını ele aldığı makalesi için bakınız, “Abusive Constitutionalism”, University of California Davis Law Review, Cilt 47, Sayı 1, 2013, s.189-260 (http://lawreview.law.ucdavis. edu/issues/47/1/Articles/47-1_Landau.pdf).
[8] Ergun Özbudun, Anayasalcılık ve Demokrasi, Yetkin Yayıncılık, Ankara, 2019, s. 140 – 146; Kemal Gözler, a.g.e.