Otoriter umut siyaseti
ikinci tur senaryosu, yani Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk turda ortak aday yerine her partinin kendi adayıyla yarışıp ikinci turda işbirliği cazibesini artırmış görünüyor. Bu gelişmeler karşısında HDP’de de, muhalefete mahkum değiliz, MHP ayrılırsa Erdoğan ile yeniden denenebilir düşünceleri dillendirildi. Cumhurbaşkanı ve AK Parti genel başkanı Erdoğan ise Diyarbakır’ı ziyaret ederek – olgular aksini işaret etse de -- barış sürecinin bitmesinde sorumluluğu HDP’ye yükledi; yani dolaylı yoldan kendisinin yeni bir barış sürecine açık olabileceğini ima etti. CHP’ninse Doğu illerinde yükselişte olduğu gözleniyor.
Siyasette taşların yerine oturması süreçleri kalabalık bir asansöre binenlerin biraz strateji ve müzakere biraz da itiş kakışla belli bir konuma yerleşmesine benzer. Yani tüm bu gelişmeleri aktörlerin yükselen muhalefet asansöründe önde yer kapma ve kendi konumunu güçlendirme pazarlığının bir parçası olarak yorumlamak mümkün. Bu doğruysa zaman içinde taşlar yerine oturacak ve partiler bir demokrasi bloğu temelinde işbirliğine daha açık olacaktır. Ama eğer bu gelişmeler partilerin gerçek uzun vadeli niyetlerini yansıtıyorsa, yakın zamanda demokrasi ve refaha kavuşma ihtimalimiz azaldı demektir.
Çünkü ülke muhalefet partilerinin sığ seçim ittifakları ve partiler arası rekabetle demokrasiye geçemez. Gittikçe derinleşen acil sorunlarına çare bulamaz. Cumhur İttifakı ile elbette konuşulur, müzakere edilir; ama güçlü konumdaki bir demokrasi bloğu oluşturduktan ve kapsayıcı bir demokratik hukuk devleti uzlaşmasına imza attıktan sonra.
Otoriter iktidarların umut yaratma becerisi
Demokrasi isteyenlerin umut siyaseti, toplumda umut yaratma gereklilikleri oldukça tartışıldı, ben de yazdım.
Ama otoriter umut siyaseti akademik yazında da kamuoyunda da yeterince tartışılan bir konu değil.
Oysa tüm dünyada otokrat liderlerin en büyük becerisi, tüm yolsuzluklarına ve donanımsızlıklarına rağmen kazanmalarına yetecek iki tür sahte umudu üretebilmeleri. Birincisi daha çok biliniyor: kendi destekçileri arasında canlı tuttuğu “biraz daha dişimizi sıkarsak gelecek güzel olacak,” “çalıyor ama bizi de gözetiyor,” “hayat kötü de olsa alternatiflerinden daha iyi” inancı ve “bilinene ve lidere sığınma” duygusu.
Ama asıl bahsetmek istediğim ve daha az anlaşılanı, “muhalif” kesimlerde umut yaratma ve manipüle etme siyaseti. Otoriter iktidarlar sürekli değişen muhalif alıcılarda, “tek başımıza daha önce başaramadık ama bu sefer olacak,” “kendi ideolojimiz doğrultusunda her şeyi düzeltebiliriz,” “aslında liderin kendisi makul ama çevresi bozuk,” “vesayet altında o yüzden böyle davranıyor,” “eski ortakları iktidarı değiştiremedi ama biz yapabiliriz” duygusunu yaratabiliyor. Bunu da muhalefeti bölmek, kendi arasında rekabet ettirmek, ve bir kısmını da yanına çekip etkisizleştirmekte kullanıyor.
Malezya’da, Endonezya’da, Mısır’da, Kenya’da; Orta Doğu, Afrika ve Asya’da aslında zengin ülkelerini yoksulluğa ve iç ve dış çatışmalara sürüklemiş bencil otoriter liderler on yıllarca nasıl ayakta kalabildiler sorguladığımızda.. Muhalefetin adil koşullarda yarışmasa da kazanması mümkün seçimleri nasıl kaybettirdiğini sorduğumuzda.. Bu otoriter liderliklerin en büyük becerileri arasında bu iki umut siyaseti olduğunu anlıyoruz..
Vesayet tezinin dayanılmaz hafifliği
Bu umut siyaseti ülkemizde de uygulana geldi.
Bir süredir, 2015’den beri yaşadığımız otoriterleşmeyi açıklamak için “AK Parti ve CB Erdoğan MHP’nin vesayeti altında,” “Bahçeli eski MGK gibi hareket ediyor” tezleri dillendiriliyor. Elbette bu tezlerde gerçeklik payı yok değil. Ama oldukça eksik ve yanıltıcı olduklarını ve yanlış çıkarımlara yol açabileceklerini daha en başından ifade etmeye çalışmıştım. Çünkü eğer vesayet kalkarsa iktidar daha farklı ve demokratik davranabilir gibi bir anlam çıkarmak mümkün.
Vesayet çerçevesi, farklı nedenlerle ikisi de otoriter bir rejim arzulayan ortaklar arasındaki bir ilişkiyi, birinin öbürü üzerindeki kontrolü olarak tanımlıyor. O zaman başka birileri de, ben bu vesayeti bozar kendi nüfuzumu kurarsam iktidar demokratik olabilir umudunu yeşertiyor.
Hatırlarsak 2000’li yıllarda da bu tezin bir benzeri vardı. Askeri vesayet kalkarsa Türkiye’nin tam demokrasi olabileceği umudu yaratılmıştı. O zaman da liberal entelektüeller, askerler gitsin biz AK Parti’yi AB’nin de yardımıyla demokratik bir mecrada tutarız duygusuyla kendi güçlerini abartmışlardı. Yanlış bir umut beslemişlerdi. Oysa demokratikleşme daha çok boyutlu ve karmaşık bir meseleydi.
Tabii AK Parti o zaman ülkeyi ve ekonomiyi – elverişli uluslar arası koşullardan yararlanarak -- görece çok daha rasyonel ve demokratik bir şekilde yönetiyordu. AK Parti’nin farklı ve demokratik bir yolda ilerleme potansiyeli hiç olmadı, hiç demokratikleştirici etkisi olmadı diyenlerden değilim. İkisi de oldu.
Ama bizi bu günlere getiren hatalar, hukuk ve demokrasi dışı uygulamalar ve sinsi otoriterleşme en erken dönemlerden başlamıştı. Bu esnada iktidar vesayet tezlerini otoriterleşme yolunda ziyadesiyle istismar etti. Anayasal olmayanlar yanında devletin en meşru denge ve denetleme mekanizmalarını da vesayetçilikle suçladı ve şeytanlaştırdı. Yanlışları için sorumluluğu hep başkalarına attı.
Velhasıl demokratikleşme için askeri vesayetin kalkmasından çok fazlası gerekiyordu. Vesayet demokrasi eksiğinin kaynaklarından sadece biri olmanın yanı sıra bu diğer eksikliklerin bir sonucuydu da.
Seçilmişler, yani sivil siyaset askerleri kışlalarında tutacak (ve aksini aklına bile getirmeyecek) ideolojiler üstü bir demokratik uzlaşmayı hiçbir zaman başaramadı. Hukuku, herkes için demokrasiyi içselleştiremedi. Rakip ideolojik gruplar karşıt görüşleri dışladıkları süreçlerle demokrasiyi tek taraflı kurabilme yanılsamasından kurtulamadı.[1]
Seçilmişler demokratik sosyal ve siyasal sistemin temel ilkelerine sahip çıkmakta bir blok halinde ortak hareket edemeyince, sadece meşru askeri ve bürokratik veto oyuncularına karşı değil derin devlet ve mafya gibi gayrı meşru aktörlere karşı da zayıf ve kontrol edilebilir hâle geldi.
Sığ ve çoklu ittifaklar neden çıkış yolu değil?
Çünkü seçimlere kadar ülkeyi zorlu bir dönem bekliyor. Kaybedeceği çok şeyi olan Cumhur İttifakı’nın otoriter politikalarını bir demokrasi bloğu oluşturmadan tek tek parti veya ittifaklarla durdurmak çok zor.
Çünkü sivil toplumun etkili desteğini ancak partilere değil demokrasiye destek isteyerek kazanabilirler. Çünkü seçim güvenliğini ancak bugünden beraber çalışarak güvenceye alabilirler.
Çünkü muhalefetin iktidarı değiştirebilmesi için yüzde birkaç farkla değil kimsenin reddedemeyeceği büyük bir farkla kazanması elzem. Herhangi bir ittifakın veya partinin hem meclisi farklı hem de cumhurbaşkanlığını kazanması bir hayal. Ülkeyi düze çıkaracak anayasal reformlar için gerekli üçte ikiyi kazanmak ise daha da zor.
Çünkü otoriter sistemlerde ikinci tur senaryosu gerçekçi değil. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması durumunda 7 haziran 2015 sonrası benzeri gelişmeler, İstanbul seçiminin iptaline benzer otoriter müdahaleleri tahmin etmek zor değil. Üstelik birinci tur öncesi birbirlerini de eleştirmek zorunda kalacak muhalefet adaylarının sonra bir anda tek adayı desteklemesi zor. Bu handikap ancak önceden bir protokolle ortak ilkelerde anlaşarak kısmen aşılabilir.
Çünkü seçim sonrası yapılacak reformları seçim sonrasında müzakere etmeye vakitleri olmayacak. Ve bu reformlarda önceden anlaşmaksızın halkta “kazanabilirler ve yapabilirler” umudunu doğurmaları kolay değil.
Çünkü sadece AK Parti döneminde değil ondan önce de gerçek demokrasi ve adalete kavuşmamamızın en önemli nedeni, siyasal aktörlerin demokratikleşme adımlarını ilkelerden çok oy ve iktidar için atmaları oldu. Barış süreci gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kâğıt üstünde demokratik adımlarının da en büyük zaafı buydu. Oy getirmeyeceğini anlayınca tornistan etti. Peki Kürtler ve diğer seçmenler yine iktidar için oy isteyen partilere güvenebilir mi?
Dolayısıyla muhalefetin bu sefer iktidar için değil demokrasiyi inşa etmek için oy istemesi gerekiyor. Keza siyasal elitlerimizin ideolojiler üstü ortaklıkları sürdürememe hastalığına yukarıda değindim.
Liste uzayabilir.[2] Ama şu noktayı da zikretmeden geçmeyelim. Cumhur İttifakı unsurlarıyla, güçlü ve ilkesel bir demokrasi bloğu adına yapılmayan her türlü müzakere muhalefetin ve gerçek demokrasi umutlarının zayıflamasıyla sonuçlanır.
Ülkemizdeki milyonlarca Arap göçmenin hikâyelerini dinlersek görece ılımlı otoriter rejimlerin ve diktatörlüklerin sahte umut siyasetleriyle nasıl iktidarda kalabildiklerine ve bu esnada ülkelerinin geleceğine çöktüklerine dair çok şey öğreniriz. Türkiye bir milli (yani ortak) mücadeleyle kamu yararına kurulmuş ve 1950’lerde gene bir siyasal elit ittifakıyla (sonra devam etmemiş ve genişlememiş olsa da) aksak da olsa çok partili demokrasiye geçebilmiş bir ülke. Geç olmadan kendi “gerçek milli” hikâyesine (ama bu sefer kimseyi dışarıda bırakmayarak) geri dönmesi gerekiyor.
[1] Bu bağlamda örneğin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, yapım sürecinde “Demokrat partiye oy veren kesimlerin” dışlanması nedeniyle 1961 anayasasının benimsenemediği öz eleştirisi yanı sıra, daha katılımcı bir demokrasi için somut kurumsal önerileri ve taahhütleri çok değerli: https://ikinciyuzyildergi.com/2021/05/05/genel-baskan-metin/ .
[2] Daha geniş bir tartışma için: http://www.tuses.org.tr/haber_goster.php?Guid=474c0055-d3f5-11eb-909a-506b8d52684a .