Değişmeyen şey, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyasının küresel aktörler tarafından yönlendirilmeye açık olmalarının da ötesinde barış yönünde bölgesel bir iradenin ortaya çıkamayışı gerçeği. Maalesef.Elbette bölge ülkeleri çıkarlarını maksimize etmeye çalışıyor ve yeni küresel etkiler karşısında konumlanıyorlar. Bu da onların mutlak manada pasif olmadıklarını, kendilerince küresel aktörleri etkilemeye çalıştıklarının bir göstergesi olarak okunabilir elbette. Ancak kendi planları var mı? Bölgenin geleceğine ilişkin bir projeye sahipler mi? ABD-Rusya ve ABD-Çin çatışması karşısında taraflardan birinin yanında yer almanın ötesinde bir vizyona sahipler mi? Yoksulluk, işsizlik, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık ve çatışmalarla dolu bir bölgede hiçbir bölge ülkesinin tek başına istediği hedeflere ulaşamayacağını görmek bu kadar mı zor? Bölgenin tamamını vizyonunun merkezine koymayan hiçbir yaklaşımın bırakın nihai anlamda bölgeyi bir huzur adasına dönüştürmeyi, tekil sorunlara bile çözüm üretme noktasında yetersiz kalacağını görememek nasıl bir akıl tutulmasıdır acep? Türkiye’nin mülteciler sorununu ele alalım. Suriye’de nihai anlamda bir barış olmaksızın Türkiye’deki mülteci sorununun çözümlenmesi sadece bir hayal olarak kalmaya mahkûm. Mesele salt bir barışın da ötesinde; iç savaşta yıkıma uğramış ülkenin yeniden kalkınması için gerekli insani yardımların yapılması ve Suriye’nin yeniden imar edilmesi gerekiyor. Bu ise Körfez ülkeleri, İran ve Türkiye’nin omuz vermesiyle ancak gerçekleşebilecek bir durum. Ancak her ülke salt kendi çıkarlarına odaklanıp diğerlerini umursamadığı için bölge sorunlar yumağı olarak kalmaya devam ediyor. Çünkü sorunlar tek bir faktörden neşet etmediği gibi bir zincir şeklinde birbirine bağlı durumda ve biri çözülmeden diğerinin çözülme imkân ve ihtimali oldukça düşük kalıyor.
Ortadoğu’ya geniş perspektiften bakabilmek
Bölgenin tamamını vizyonunun merkezine koymayan hiçbir yaklaşımın bırakın nihai anlamda bölgeyi bir huzur adasına dönüştürmeyi, tekil sorunlara bile çözüm üretme noktasında yetersiz kalacağını görememek nasıl bir akıl tutulmasıdır acep?
Ortadoğu’daki gelişmeler, bölgesel ve küresel aktörlerin etkisiyle bir dalgalanma hâli yaşıyor. Gerek Trump döneminde siyasal sistemin dönüşümü gerekse Washington’un bölge ülkelerine dönük farklı bir strateji izlemeye başlamasının bir sonucu olarak ABD bölgesel gelişmelere mesafeli yaklaşmaya başlamıştı.
Daha sonraki süreçte Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı savaş ve Batılı ülkelere yönelik oluşturduğu tehditle birlikte Ortadoğu’da geri çekilme olarak yorumlanan süreci tetiklemiş, bu aynı zamanda ABD’nin giderek zayıfladığı yorumlarına da yol açmıştı. Zaten öteden beri uzun vadeli bir tehdit olarak kendisine karşı önlem alınması gereken bir güç olarak Çin’e odaklanan Amerikan stratejisini de eklediğimizde Washington’un “yapılacaklar listesi”nin kabardığını ve bunun da öncelikler sıralamasında bir değişime neden olduğunu görüyoruz.
Yaşanan dalgalanmalar ve iki ileri bir geri hâli, aslında bölge ülkelerinin küresel aktörler tarafından yönlendirilmeye ne kadar açık olduğunu, bu aktörlerin gücünün ilişkilerin seyrini değiştirme yeteneğine işaret ediyor. Örneğin Çin’in hızlı bir hamlesiyle yıllarca Bağdat’ta eski Başbakan Kazımi liderliğinde bir araya geldiği halde müzakerelerden herhangi bir sonuç elde edemeyen İran ve S. Arabistan, Çin’in bastırmasıyla kolayca bir araya gelebiliyor ve hızla bir normalleşme sürecine girebiliyorlar.
Ardından bu kez ABD Riyad ve diğer Körfez ülkeleri üzerinde baskı kurduğunda bütün bölgede iyimserlik uyandıran ve oldukça hararetle karşılanan barış girişimi, bu kez durağanlaşıyor hatta bazen tersine evrilebiliyor. Bütün bunlar bölgedeki aktörlerin ilişkilere bakışının çatışma eksenli olduğunu, yeterli elastikiyeti gösterme gibi bir kaygılarının olmadığını ve aynı zamanda bölgesel istikrarın bölge ülkelerine kazandıracağı şeylerin yeterince farkında olmadıklarını ya da bunu istemediklerini gösteriyor bir anlamda.
Ya da Türkiye, bu yılın ilk aylarında yaşanan gelişmelerin de etkisiyle üst üste Şam yönetimiyle normalleşme ve Suriye’nin kuzeyinden çekilmeyi de düşünebileceğini ima eden açıklamalar yaparak bu konuda az çok istekli olduğunu ortaya koymuştu. Gerçi Bakanlar düzeyindeki toplantıların Rusya’nın her iki tarafa baskısıyla gerçekleştiğini düşünenlerin sayısı az olmamakla birlikte taraflardaki bu barış iradesini görebiliyorduk.
Ancak seçimlerden sonra AKP hükümetine bir hâller oldu. Şam’la normalleşme meselesi pek gündeme gelmemeye başladı. Bunda tabii ki ekonomik krizin de etkisiyle yüzünü Batı’ya çevirmesi ve ABD ile arayı açmamak gibi saiklerle hareket edildiği ihtimali bütünüyle göz ardı edilemez. Ancak değişmeyen şey, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyasının küresel aktörler tarafından yönlendirilmeye açık olmalarının da ötesinde barış yönünde bölgesel bir iradenin ortaya çıkamayışı gerçeği. Maalesef.
Büyük güçlerin rekabetiyle ortaya çıkan bu dalgalanma hâlinin gösterdiği gibi bölgesel aktörler edilgen durumda. Hâliyle bu durum başka süreçleri de etkiliyor. Örneğin Yemen’de Suudi Arabistan ve BAE ile Ensarullah (Husiler) arasında görüşmelerin seyrini negatif etkiliyor, Lübnan’la Körfez ülkeleri arasındaki ilişkileri yeniden gerilmesine ve hatta Türkiye ile Suriye arasındaki normalleşme girişimlerinin aksamasına yol açıyor.
Bütün bu olaylar aslında bölge ülkelerinin küresel gelişmeler karşısında bir planları olmadığını, bölgede bir barış ve istikrar iradesinin ortaya çıkmasını pek de umursamadıklarını gösteriyor. Bölge çatışmalardan çok yoruldu. IŞİD belasından daha yeni kurtulan Ortadoğu, şimdi de ekonomik krizler, yeni çatışma sahalarının ortaya çıkma ihtimalleri, bölgesel aktörler arasındaki derin ayrılıklar, mezhepçilik ve kimlik çatışmaları hâlâ önemli bir tehdit olarak bölge gündemini belirliyor.