Loading...
Ortadoğu’da çarpışan iki testiden biri kırılırsa diğeri de kesinlikle çatlar
İktidarın Ortadoğu’daki son askeri operasyonları, uluslararası arenada onaylanmıyor. Devamlı değişen ittifakların olduğu Ortadoğu’da Türkiye ne yapmalı? Bahattin Yücel yazdı.
Cumhuriyeti kuran kadro içinde 1.Dünya Savaşı sürecinde yolları Ortadoğu’dan geçenlerin sayıları azımsanmayacak kadar fazlaydı. III.Selim ile başlayıp, II. Mahmut döneminde sürdürülen reform hareketlerinin gerçek amacını, büyük olasılıkla fark etmişlerdi.
Her iki padişahın; İmparatorluğu değişen Dünya koşullarına uydurmak yerine, hanedanın saltanat süresini uzatmayı hedeflediklerini görmüşlerdi. Büyük olasılıkla tasfiye ettikleri saltanattan ve Lozan’da Ortadoğu’dan uzakta durmayı bu nedenlerle seçmişlerdi. Artık bağımsızlığını -istedikleri ölçülerde gerçekleşmemiş olsa da – kazandırdıkları bir ülkeleri vardı. Bölgenin su geçitleri ile petrol kaynaklarına göz diken uluslararası güçlerle, çatışmak yerine, asgari hedeflerine ulaşmak için diplomasiyi seçtiler. Türkiye 1923-1950 yılları arasında bu politikasını, II. Dünya Savaşının amansız koşullarında başarıyla sürdürdü. Hatay’ın anavatan topraklarına katılması, Montrö’de Boğazların yeniden Türkiye Cumhuriyetinin egemenliği altına alınması, Cumhuriyetin diplomatik başarılarıdır.
Savaştan sonra; Sovyetlerin de zaferle çıkmalarıyla Yeni Dünya düzeni iki kutuplu kurgulandı. CHP’nin 1950 seçimlerini kaybetmesiyle başlayan, DP’nin 1950-1960 yılları arasındaki tek başına iktidar döneminde, ülke ABD’nin ağırlıkta olduğu Batı Bloku içinde konumlandırıldı. Dış Politikada CHP’nin temsil ettiği ana muhalefet ile iktidardaki DP arasında, kamuoyuna yansıyan ayrılık yoktu.
DP; Türkiye’nin Dış Politikasını -Soğuk Savaşın gerektirdiği gibi- Batı İttifakının çıkarlarını koruma kaygısıyla sürdürdü. Örneğin Mısır’da radikal subayların 1954 yılında Kral Faruk’u devirmeleriyle başlayan, Süveyş Kanalının millileştirilmesiyle süren gerginlik, İngiltere ve ABD’nin tepkilerine neden oluyordu. Bu ülkede 1955 yılında gözlenen siyasal gelişmeler sonuçta, Türkiye’nin de katıldığı uluslararası bir siyasal yapıyı gündeme getirdi. Bağdat Paktı olarak adlandırılan girişimde, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere birlikte yer aldılar.
Bu süreçte Nasır’ın önderliğindeki “Baas” rejimini benimseyen Suriye, Mısır ile aynı bayrak altında birleşme yolundaydı. Birleşik Arap Cumhuriyeti adı verilen birliktelik, kuşkusuz “Seküler Arap Milliyetçiliğinin” etki alanının genişlemesi anlamına geliyordu.
ABD, İngiltere ve NATO’yu tedirgin eden asıl neden ise Sovyetler Birliğinin bölgede hissedilen etkinliğiydi. Sovyetler bu sırada “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” modeli adını verdikleri ekonomik programı hayata geçirmek isteyen, radikal subayların önderliğindeki Arap Milliyetçilerini desteklediler. Sovyet yöneticileri Bölgedeki varlıklarını güçlendirmek için askeri iktidarlarla işbirliğini seçmişlerdi. Süveyş Kanalı -kuşkusuz- Batılılar kadar onların da ilgi alanına giriyordu.
ABD ve İngiltere Suriye’nin Mısır ile birleşmesiyle ortaya çıkacak gelişmenin, Bölgedeki etkinliklerini azaltacağını kuşkusuz fark ediyorlardı. Bu nedenle Türkiye’den Suriye’ye askeri müdahale yapması istendi.
Menderes hükumeti Suriye sınırındaki İslâhiye’de, zırhlı birlikleri konuşlandırdı. Askeri donanımın bu harekâtı başarıya götürmekte yetersiz kalacağı anlaşılınca, müdahaleden vaz geçildi.
Aynı günlerde Sovyetler Birliği lideri N. Kruşçev’in D. Berlin ziyareti sırasında verdiği, ancak Türk Kamuoyundan gizlenen demeci de etkili olmuştu. Kruşçev; “Güney komşumuz Türkiye; sınırımızdaki askeri birliklerini çekerek, müttefikimiz Suriye’nin sınırlarında askeri yığınak yapıyor. Şimdiden uyarmak isterim; Sovyetler Birliği bir askeri müdahaleyi, kendi anavatanına yapılmış sayarak, karşılık verecektir,” diyordu.
DP’nin dış politikası; bu süreçte Batılardan daha fazla Batı yanlısı bir çizgiye evrildi. Dönemin ana muhalefet partisi CHP’nin gelişmeler karşısında sessiz kalması, Partinin Genel Sekreteri Kasım Gülek’in İslahiye’yi ziyareti ve kuşkusuz askeri müdahale kararının arkasında olduklarını ifade eden demeç vermesi, dış politikada izlenen ortak çizgiye ilişkin ipuçları veriyor.
Aradan geçen uzun yıllar Türkiye’de siyasal partilerin duruşlarında önemli değişikliklere yol açtı. Salt bizde değil, Dünya’da da İttifaklar dağıldı, rejimler değişti. En önemlisi Sovyetler Birliği tarihe karıştı. Ortadoğu’da değişmeyen tek gündem maddesi ise kargaşa. Ölümler, petrol zenginliğine karşın çekilen derin yoksulluk.
Son Tahran Zirvesinden verilen haberler ve kulis bilgileri; Türkiye’nin Bölgede AKP tarafından benimsenen askeri ve diplomatik tutumunu sürdüremeyeceği yönünde. Suriye’ye karşı ABD-İngiltere ikilisinin bile açıkça destek vermekten kaçındıkları, teröre karşı 30 km derinlikte oluşturulacak bölge projesi, Ankara’nın hazırlıklar tamam açıklamalarına karşın hayata geçirileceğe benzemiyor.
Zaho’da sivillerin ölümüne yol açtığı ileri sürülen ve kimler tarafından gerçekleştirildiği henüz açıklığa kavuşmamış bir saldırının sonrasında, Irak’ta Türkiye’ye karşı sergilenen kitle gösterileri, İran’ın Bölgedeki siyasal etkisinin hiç de yabana atılmaması gerektiğini gösteriyor.
Koşullar tam benzeşmese de umarız; bir kez daha 1950’lerin sonlarında, Menderes’in düştüğü hata yinelenmez.
Tarihin tekerrür etmediği kesindir. Ancak benzer koşullarda yinelenen hataların, her defasında beklenmeyen sonuçları vermesi tekerrür değil, aymazlıktır. Unutmayalım; Bölgenin siyasal iklimi her gün yeni ittifaklar kurulmasına da çok uygundur.
Ortadoğu’da çarpışan iki testiden biri kırılırsa diğeri de kesinlikle çatlar.
Bunlar da ilginizi çekebilir