Orta sınıf birtakım endişeler

Abone Ol
Benim gibi antik Mısır’da bira ve ekmek karşılığında çalışan kölelerden farkımız olması gerektiğini düşünenlerin çoğunlukta olduğuna inanarak yazıyorum bu satırları.

Loading...

Yaz tatili için özenle ve emekle biriktirilen yıllık izin hakkım içinde en az bir hafta ayırarak, sabah on bir matinesinden gece en son matineye kadar aralıksız seyir keyfi, her bir filmin arasında ya kahve zincirlerinin birinden canımın çektiği büyük boy içecek, ayak üstü dahi olsa fena sayılmayacak en az iki öğün yemek, son film gösterimi öncesi ya da hemen sonrasında arkadaşlarla soğuk bira… 23 Nisan’dan 29 Ekim’e kadar, takvimi açıp ikisi kısa, biri en az bir hafta olmak üzere ortalama üç tatil planı. Bir sene olmasa da illa diğerinde kısa planlananlardan biri mutlaka yurtdışı üstelik. Yazları şehirde kalıp işe gitmek zorunda olduğumuz için mecburen ikamet ettiğimiz, mecburiyetlerimizin yanında nemine, sıcağına, kalabalığına saydırarak mevsimi bitirdiğimiz İstanbul’un en güzel yanlarından, birden çok mekanda organize edilen açık hava konserlerinin en az birkaçına iştirak. Birkaç yıl öncesinde birer beyaz yaka olarak standart, ortalama, kendi halinde ve asla lüks sayılmayacak hayatlarımızda işe gidip geldiğimiz, uyuduğumuz ya da yemek yediğimiz zamanların dışında, birey olarak kendimize ayırdığımız zamanların bazılarının tasviri idi yukarıda yazdıklarım.
80’lerde doğanlarda bu inanç vardı. Üniversite mezuniyeti, iyi bir hayat standardı, sanatsal aktivitelerde bulunma, seyahat edebilme, “iyi” giyinme vb. Bugün yatağa tok girmenin ötesinde beklentiler şımarıklık olarak görülüyor.
Özellikle benim gibi seksenlerde doğanlarda gördüğüm, biliyorum ki önceki kuşaklarda da bu inanç vardı, iyi bir öğrencilik hayatı, üniversite mezuniyeti, çalışkan bir birey olmak eninde sonunda toplumda en azından barınma, karnını doyurma gibi temel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabileceğin “iyi” bir hayat standardının yanında medeni her ülkede olduğu gibi beğenilerinin paralelinde sanatsal aktivitelerde bulunma, seyahat edebilme, “iyi” giyinme vb. imkanlara da ulaşmayı sağlardı. Üstelik bu erişimi çok da ileri yaşlara kalmadan yaşayabilirdi insanlar. Biliyorum ki bugün bazıları başını sokacak dört duvar ve yatağa tok girmenin ötesinde (bakınız midesine gidenin ne olduğu konusundan bağımsız) hayat beklentilerini şımarıklık olarak görüyor. Hala insani yaşam gerekliliklerini “lüks” görenler var aramızda. Oysa gelişmiş ülkeler için ihtiyaçlar piramidinde sıraları vardır ve normal hayat beklentileridir hepsi. Benim gibi antik Mısır’da bira ve ekmek karşılığında çalışan kölelerden farkımız olması gerektiğini düşünenlerin çoğunlukta olduğuna inanarak yazıyorum bu satırları. Üstelik çoğumuzda bir işçi sınıfı farkındalığı bulunmadığını da bilerek. İlk defa dünyaya gelen kuşakların ailelerinden daha alt ekonomik sınıflarda yer alacağı söyleniyor. (Bu bilginin sadece ülkemiz için olduğunu hatırlıyorum, eksik ise affola) Gençlerin sadece var olabilme kaygıları bile önceki kuşaklara göre o kadar derin ki. Bu büyük umutsuzluk içinde sanata, seyahate, kendine has bir gusto geliştirmeye zaman ya da maddi olarak yatırım yapmak gittikçe zorlaşıyor. Hala en makul fiyatlama yapan İKSV’nin İstanbul Film Festivali’nde bu yıl biletler 45 TL idi, 2015 yılında bir bilet 17 TL idi. Yine 2015 yılında Harbiye Açık Hava Sahnesi’nde Teoman konseri biletleri 61 TL ile 202 TL arasında değişiyordu. Ekim ayında aynı yerde planlanan konserinin bileti fiyatları 120 TL’den başlıyor, 840 TL’ye kadar bilet kategorisi var. Kitap almak pahalı diyenlere eskiden benim de karşı çıktığım çok olmuştur ama şu an etiketleri gördükçe kendime kızıyorum. Asgari ücretle çalışanların oranının bu kadar yüksek olduğu bir ülkede, asgari ücretin herhangi bir “asgari” ihtiyacı dahi karşılayamadığı düşünülürse, en ucuz ve kolay entelektüel aktivite olarak görülen kitap okumak bile imkansıza yakın hale geliyor çoğu için. Seyahat konusuna zaten hiç girmek istemiyorum. Bugün yurtiçi sadece tek yön uçak bileti alabildiğimiz fiyata, referans aldığım 2015 yılında yurtdışına, uçak bileti ve konaklama dahil birkaç günlük bir seyahat gerçekleştirebiliyorduk. 40 senelik hayatımda ilk defa uzun bayram tatilinde bu kadar çok arkadaşım İstanbul’da kalmıştı. Arkadaşlarım dedim ama ben de onlarla beraber şehirden pek de uzaklaşamayanlardandım. Siyasal bir övgü ya da yergi amacı olmadan söylemek isterim ki, yamalı ve eksikleri ile eleştirecek yanları saklı kalarak, bir yaşam görgüsü inşa edilmişti bu ülkede. Bir şekilde içine doğar, bayılsak da kızsak, dışına taşsak, sindirip kendimize göre alternatiflerini yaratsak da okumanın, müzik dinlemenin, seyahat etmenin, ne bileyim özel bir günü kutlamak için dışarda yemeğe gitmenin hayatımız içinde yerleri vardı, lüksümüz olmamışlardı. Lüksümüz olmasınlar da ne olur. İnsan olmakla ilgili bir bilinç mi yerleştirecek bu beklentilerin ne kadar normal olduğunu düşüncelere, o bilinç nasıl inşa edilecek, o bilincin oluşması için daha ne kadar stres yaşamamız gerekecek bilmiyorum. Daha kaç genç hayatını başka bir ülkede kurmayı, oranın ötekisi olmayı, hayata neredeyse sıfırdan başlamayı doğduğu ülkede yaşamaya yeğ görecek? Ekonomik kaygıların önemli bir neden olsa da tek neden olmadığını hepimiz biliyoruz zira. Şımarık kaygılar olarak görülmesin, sadece “nefes almak” olmasın hayattan beklentisi kimsenin. Ülkenin geleceğine, gençlerine layık görülen modern kölelik olmasın, pek tabi kendimize layık gördüğümüz de. Youtube videolarındaki “Cep telefonunu çıkar” repliği geldi aklıma. Ruhundan yana aç kalmış amcaların yeni nesillere öfkesinin sembolü oldu, malum. Herkesin ruhunun da doyması dileğiyle.