Bernhard Schlink, Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde anayasa yargıçlığı, Humboldt Üniversitesi’nde Kamu Hukuku ve Hukuk Felsefesi profesörlüğü yapmasının yanı sıra, Okuyucu romanının da yazarı olarak biliniyor.
Şimdi ben size Hanna Schmitz’in dava dosyasını okusam bir tekiniz bile onun suçsuz olduğunu iddia edemezsiniz.
Alın iddiaları, alın savunmaları, karşılaştırın, bakın.
Her şeyin apaçık ortada olduğunu göreceksiniz.
Üstelik, suçu bizzat işlediğine dair de mahkemede ifadesi var Hanna’nın, daha ne?
Ama sadece edebiyatta biz gerçek insanı görebiliyoruz, mahkeme zabıtları bir insanı anlamamıza yetmiyor hiçbir zaman.
Hukuk birçok şeyi sağlıyor ama insanı anlatmıyor bize.
Bernhard Schlink, sanırım bu ayrımı dünyada en iyi bilen insanların başında geliyor.
Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde anayasa yargıçlığı, Humboldt Üniversitesi’nde Kamu Hukuku ve Hukuk Felsefesi profesörlüğü yapmasının yanısıra, o, bütün dünyaca büyük ilgi çekmiş
Okuyucu romanının da yazarı olarak biliniyor.
Doğrusu ya, ben Hanna Schmitz’i Kate Winslet’in canlandırdığı filmi romanın kendisinden daha çok severim ama Schlink’in hikâyesi o kadar kuvvetli ve etkileyici ki insanı paramparça etmeden bırakmıyor.
Hanna Schmitz, otuzaltı yaşındayken onbeş yaşındaki lise öğrencisi Michael Berg ile tesadüfen tanışır, ona yardım eder, aralarında büyük bir aşk başlar, ta ki kadın bir gün imi timi yitene kadar bu aşk devam eder.
Tramvayda bilet keser Hanna, işi budur, sonra eve döner, eğer oğlan da ayarladıysa okulu buluşurlar evinde, önce küvette yıkanırlar, sonra sevişirler, sonra Michael, Hanna’ya kitap okur.
Hanna çıt çıkarmadan heyecan içinde dinler kitapları.
Beraber atlayıp bisikletlere tatillere çıktıklarında canının hiçbir şey yapmak istemediğini söyler Hanna, ne restoran menülerini okuyacaktır ne de tabelaları, her şeyi düzenlemesini ister genç âşığından.
Neden sonra Hanna’nın bu isteklerinin sebebi anlaşılır, hayattaki en büyük zevki kitapların dünyasına girmektir ama okuma-yazma bilmez, bunu çok büyük bir ayıp olarak telakki ettiğinden ötürü de bu eksikliğini kimseye açamaz, sürekli bunun mücadelesini yaşar içinde.
Ne zaman bir terfi alıp okuma-yazma gerektiren bir mevkie gelse ansızın istifa edip o şehri terk eder.
O günlerde okuma-yazma tutkusunu ve bu eksikliğin Hanna’yı nasıl perperişan ettiğini bilmeyen Michael, uğruna ağulu acılar çekmeye hazır olduğu kadın ne isterse yapmaktadır, haklı olduğu tartışmalarında bile kaybetmekten korktuğu için özürler diler, bir meydanın ortasındaki en güzel anıt gibi onun hayatının en orta yerinde de Hanna Schmitz vardır.
Bir gün ona geçmişini sorar.
“(…) sanki bana verdiği cevabı tozlu bir sandığı karıştırarak bulmuş gibiydi.”
O tozlu sandığın kapağı kaldırıldığında her şeyi çıkarmamıştır dışarıya Hanna, bazı şeylerin üstünü örtmüş, hiç yaşanmamış zamanlar yaratmıştır.
Aradan yıllar geçer, izler kaybolur, bellekteki görüntüler git git flulaşıp siluete döner.
Hukuk fakültesine giren Michael, profesörünün teşvikiyle toplama kamplarıyla ilgili davaları izlemeye başlar.
Ve orada, yıllar sonra, hiç beklemediği şekilde sanıklar arasında Hanna’yı görür.
Aşkların en büyüğünü yaşadığına inandığı, omuzlarına taptığı, yanında olduğunda kendini dünyanın en iyi erkeği hissettiği kadın şimdi korkunç suçları işlemekle itham edilmektedir.
Auschwitz’de gardiyanlık yapmıştır mesela, sonra bir başka toplama kampında daha.
Ama en büyük suçlama, Sovyet ordusu yaklaştığı için esir kadınlarla beraber Batıya çekilirken kaldıkları bir yerde yaşanan bir olaya dairdir.
Esirler kiliseye kapatılmış, üstleri de kilitlenmiş.
Hava bombardımanı köyü sallarken kiliseyi vurur ve yangın başlar.
Beş gardiyan kadının önünde iki seçenek vardır; ya kilitleri açıp kadınları kurtaracaklar ya da onların çığlıklar içinde yanarak, yavrularak, boğularak ölmesini izleyecekler.
Hanna ve arkadaşları ikinci yolu seçmişler.
Aynı zamanda bir hukuk profesörü olan Schlink, Michael Berg’in ağzından soruyor: “Seminerde geçmişe dönük cezalandırmanın yasaklanması üzerine tartıştığımızı hatırlıyorum. Toplama kampı muhafız ve nöbetçilerinin mahkûm edildikleri maddenin, ceza yasasında yer almış olması yeterli miydi, yoksa söz konusu maddenin o dönemde nasıl yorumlandığı ve uygulandığını; gerçekleştikleri dönemde söz konusu eylemleri kapsayıp kapsamadığını da göz önünde bulundurmak gerekir miydi?”
Schlink, sorgulamaya devam ediyor: “Adalet nedir? Yasalarda yazılı olan mı? Yoksa toplumun fiilen geçerli sayıp uyduğu mu? Yoksa her şeyin hakça yürüdüğü koşullarda, yasalarda yazılı olup olmadığına bakılmaksızın geçerli sayılması ve uyulması gereken şey midir adalet?”
Peki, geçmişi ne yapacağız?
Hesaplaşmak ve helalleşmek tahterevallisinde nereye oturmalıyız?
“Hesaplaşmak! Geçmişle hesaplaşmak! Biz, seminere katılan öğrenciler kendimizi hesaplaşmanın öncüleri olarak görüyorduk. (…) Bizler de bel bağlamıyorduk hukuksal bilimselliğe. Mahkûmiyet kararlarının verilmesi gerektiği, bizim gözümüzde kesindi. Şu ya da bu toplama kampı muhafızının veya gardiyanının mahkûmiyetiyle yalnızca görünüşte ilgili olduğumuzu da aynı kesinlikle biliyorduk.”
Belki en sert eleştiriyi şurada: “Bu muhafızları ve gardiyanları kullanan veya engellemeyen ya da hiç değilse, 1945’ten sonra onları dışlayabilecekleri halde, bunu bile yapmaya yanaşmayan kuşak yargılanıyordu aslında ve biz bu kuşağı bir hesaplaşma ve aydınlanma sürecinin sonunda utanca mahkûm ediyorduk.”
Hanna çaresiz, okuma-yazma bilmediğinin ortaya çıkmasının utancını taşımak ya da suçu üstlenmek ikileminde, bir anda karar verir, her şeyi kendisi planlamıştır, yazı yazmasına gerek yoktur.
Gelgelelim, hayat kanun maddelerindeki sarahat yaşanamadığı için Michael Berg de Hanna Schmitz’i nereye koyacağını bulamaz bir süre.
Mahkeme salonunda hâkimin sorularını sordukça sandığın tozları uçuşmaya başlar.
43 güzünde Siemens’ten ayrılıp SS’e gönüllü katılmış Hanna Schmitz, yirmibir yaşında.
44 ilkbaharına kadar Auschwitz’deymiş, sonra Krakov yakınlarındaki bir başka kampta.
Bu küçük kamptan her ay altmış kadar seçilmiş mahkûm-işçi, Auschwitz’e gönderilirmiş.
Ölümün iyice sıradanlaştığı coğrafyada, Hanna da Auschwitz’e gönderilecekleri seçenler arasındaymış.
Fakat Hanna’nın gaz odası için seçtiği kadınlar hep en zayıflar olurmuş.
Birkaç gece önce onları odasına alır, saatlerce kitap okuturmuş onlara.
Michael’i dinlediği gibi o kadınların okuduğu hikâyeleri dinlermiş.
Sonra bir askeri aracın arkasında ölüme uğurlarmış hepsini.
Evet, dayanamayacak olanlardı onlar; evet, onları seçip göndererek daha güçlü olanların tutunabilmesinin yolunu açmıştı; evet, son zamanlarını iyi geçirmeleri için okuma etkinliği düzenliyordu…
Ve evet Hanna insanları ölüme gönderen bir grubun parçasıydı.
Mahkeme zabıtlarından kurtulunca “suç” da ıslak balık gibi tutulamaz bir şeye dönüşür.
Belki Hanna’nın uygulamaları sayesinde daha fazla insan kurtuldu soykırımdan.
Ama Hanna gibiler sayesinde yaşandı bütün bunlar.
Gel de çık işin içinden çıkabilirsen.
Mahkemenin en can alıcı kısmı, hâkimin el yazısını karşılaştırmak için Hanna’dan yazı yazmasını istediği o an.
Hanna çaresiz, okuma-yazma bilmediğinin ortaya çıkmasının utancını taşımak ya da suçu üstlenmek ikileminde, bir anda karar verir, her şeyi kendisi planlamıştır, yazı yazmasına gerek yoktur.
Düşünüyorum da ben olsam sanırım Michael gibi davranamazdım, bir daha göremeyeceği bilsem de hayatımda en büyük izi bırakan kadının bir hapishane avlusunda bu kadar çürümesine izin vermezdim.
Bu yalanı bilen tek kişi izleyiciler arasındaki Michael’dır.
Geceler boyu içini kemiren bir açmaza düşmüştür şimdi; gidip mahkeme başkanına Hanna’nın okuma-yazma bilmediğini söylemeli, dolayısıyla onun daha az ceza almasını mı sağlamalı yoksa müebbet hapse çarptırılan Hanna’nın kararına saygı duyup bu sırrı saklamalı mı?
“Hanna’nın okuyup yazamadığı için duyduğu utanç, mahkemedeki ve toplama kampındaki davranışlarının nedeni miydi? Okuma yazma bilmeyen bir insan olarak utanılacak bir duruma düşmekten korktuğu için mi, bir cani olarak daha utanç verici bir durumu yeğliyordu? Okuma yazma bilmeyen bir insan olarak utanılacak bir duruma düşmekten korktuğu için mi suç işlemişti?”
Michael ikincisini seçti, bu sırrı seneler boyunca kimseye söylemedi.
Düşünüyorum da ben olsam sanırım Michael gibi davranamazdım, bir daha göremeyeceği bilsem de hayatımda en büyük izi bırakan kadının bir hapishane avlusunda bu kadar çürümesine izin vermezdim.
Ona hissettiğim aşk, onun kararına göstereceğim saygıya galebe çalardı.
Michael, on sekiz senelik hapisliğinde kitap okuduğu kasetleri gönderdi sürekli Hanna’ya ama bir kez olsun gitmedi ziyaretine.
Hanna’nın başka mektuplaşacak kimsesi yoktu, “oğlancık” dediği o büyülü aşkı yaşadığı liseli çocuğa teşekkür mektupları yazıyordu.
Evet, hapishanede kendi kendine bir süre sonra öğrenmişti okuyup yazmayı.
Tahliye edilmesine bir gün kala hapishane müdiresinin ısrarıyla Michael geldi, çıkışta nerde kalacak, nerede yaşayacak her şeyi ayarlamıştı.
Yılların ardından ilk görüşmeleriydi.
“Hanna? Bankta oturan bu kadın Hanna mıydı? Ağarmış saçlar, alın ve yanaklarda, ağız kıvrımlarında derin, dikey karışıklıklarla dolu bir yüz ve ağır bir gövde. (…) Yüzündeki beklentiyi gördüm; beni tanıdığında, o yüzün sevinçle parladığını gördüm; ona yaklaştığımda, yüzümü yoklayan gözlerini gördüm; gözlerindeki arayan, soran, giderek güvenini yitiren ve kırılan bakışı gördüm ve yüzünün karardığını gördüm.”
Hanna’nın içinde her şeye rağmen o aşktan bir filiz yaşamıştı yıllar boyunca ama o an, karşındaki adamın bu dünyadaki yegâne sığındığı adamın artık aynı adam olmadığını gördüğünde o filiz de koptu.
Hapishaneden çıkmamaya, ertesi gün intihar etmeye sanıyorum o an karar vermişti.
Bütün parasını o kiliseden sağ kurtulan anne kıza bağışladığını yazmıştı Michael Berg’e verilmesini vasiyet ettiği mektubunda, hücresinde toplama kampı mezalimine dair bulabildiği her şeyi okum…
Bu hikâye, Hanna’nın tutunacak hiçbir şeyi kalmayarak ölüme gidişi beni fazlasıyla üzüyor, dayanamıyorum, cümleleri toparlayamıyorum.
Kusura bakmayın, daha fazla yazamayacağım.