Ödünç alınmış yaşamların kara yazısı

Abone Ol
Mesele, başta söylediğimiz gibi sadece ve sadece “kötü yönetim”. Tüm bu felaketleri yönetmekle sorumlular-mesela İçişleri Bakanlığı, kendi asıl işlerinden başka her konu ile meşgul.

Loading...

Bu yazının kendisi kara, karanlık; Türkiye’nin “kaderi” değil... Türkiye’nin Maraş merkezli ikiz depremlerinde yaşanan yıkımın sorumlusu, “kötü yönetim”. Meselemiz, dün, bugün sadece ve sadece bu: Kötü yönetim. Bakıyoruz; CHP Genel Başkan Yardımcısı Seyit Torun’un duyurduğu üzere, Hatay’da AFAD’ın kendi binası yıkılıyor. Depremzedelere yardım götürmekle sorumlu başlıca devlet yapısı AFAD; T.C. İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın kendisi deprem mağduru oluyor. Üstelik de, depremin odağına yaklaşık 200 km uzakta bir kent olan Hatay’da... Zaten, depreme kendisi odak olarak hazırlıklı olması gereken bir yerden bahsediyoruz. Deprem olunca, krizi yönetmek görevli merkezin kendisi yardıma muhtaç kalacak kadar çürük ve hazırlıksızsa, ne diyebiliriz ki?
Ne kriz yönetimine hazırız ülke olarak; ne de, yönetilecek krizin etkisinin azaltılması için doğru düzgün çaba gösterilmiş. Sözde, devlet kurumları, Türkiye’de afetlere karşı, “kriz yönetimi” anlayışını bırakıp, “risk yönetimine” geçmişti.
AFAD’IN “GÖÇ ODAKLI” KAYIP 7 YILI AFAD, 2011-2018 döneminde, afet yönetimi hazırlığını bir kenara bırakıp, neredeyse tamamen imkânlarını, Suriyeli sığınmacıların ihtiyaçlarını karşılamaya yönlendirdi. Türkiye’nin karşılaşabileceği deprem gibi doğal felaketlere karşı hazırlık için 7 kıymetli yıl kaybedildikten sonra; Mart 2018’de, Suriyeli ve diğer sığınmacı/mültecileri idare konusu, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne devredildi. Yıllar yıllar; kaybedilen yıllar ve sonra kaybedilen canlar... Halbuki, Türkiye’nin yerbilimcileri uyarmıştı, uyarıyor. Ben bu satırları yazarken de, Naci Görür ekranlardan güncel duruma göre dikkat çekiyor: Bu ikiz depremlerden sonra, Malatya-Elazığ ve hatta Tunceli/Ovacık fay hattında tetiklenmeler olabilir... Keza, Adana ve/veya Hatay’a doğru da... Mesele, başta söylediğimiz gibi sadece ve sadece “kötü yönetim”. Tüm bu felaketleri yönetmekle sorumlular-mesela İçişleri Bakanlığı, kendi asıl işlerinden başka her konu ile meşgul. En başta da, alakasız konulara laf yetiştirmekle... Sorun, bürokrasi, AFAD gibi kurumların çalışanları değil: 23 Kasım 2022’deki, Düzce’deki 5,9 şiddetindeki depremin ardından hazırlanan Etki Analizi Raporu’nda, tüm yapılan hatalar açıkça ortaya konuyordu. AFAD görevlilerinin ve faaliyetlerinin koordinasyonunu sağlayacak birim oluşturulamamış her şeyden önce... Liyakatin gözetilmediği atamalar ve plan programsızlığın öldürücü bileşimine dikkat çekilmiş. YAPAYALNIZLIK... Ne kriz yönetimine hazırız ülke olarak; ne de, yönetilecek krizin etkisinin azaltılması için doğru düzgün çaba gösterilmiş. Sözde, devlet kurumları, Türkiye’de afetlere karşı, “kriz yönetimi” anlayışını bırakıp, “risk yönetimine” geçmişti. Yani, doğal felaketlere daha hazırlıklı hale geliniyordu. 6 Şubat 2023 gününün ülke olarak yüzümüze çarptığı gerçek ise, hiçbir şeye hazırlıklı değiliz. Felaket olduğu anda, ölen ölüyor; kalanlar yalnız başına... 30 Ekim 2020, Seferihisar merkezli deprem sırasında İzmir’deydim. 1999’da, tam deprem bölgesinin karşı hattında. Ve hafızamda kalan o deprem anılarından; yalnızlık, yalnızlık, müthiş bir yalnızlık... Şöyle yazmıştım İzmir’deki deprem tanıklığımdan sonra: Depremin asıl sarsıcı yönü bu belki: Bir anda her şey gidiyor. Yeryüzü, sizden sahip olduğunuz her şeyi saniyeler içinde alabiliyor. Bunu açık gözle, açık bir bilinçle yaşıyorsunuz ve hayatta kalacak kadar şanslıysanız; bu tanıklık ömür boyu size, varlığınızın, herkesin ve her şeyin varlığının incinebilirliği gerçekliğini içinize işliyor.” Oysa, Japonya’da geçirdiğim dönemde 6 veya 7 gibi şiddetteki depremlerde, ne kadar güvende ve yabancı olduğum halde, “beraber” hissetmiştim. Neredeyse üç yıl önceki, deprem sonrası yazıma şöyle devam etmişim: “İnsanın kafası, deprem gibi bir durumun ertesinde hem daha keskin hem de adeta dünyadan kopuk ve sadece deprem gerçekliğine odaklı çalışmaya başlıyor. Keskin çalışması, tamamen içgüdüsel bir hayata tutunma, hayatta kalma içgüdüsü odaklı. Kopukluk ise, tek odağın deprem haline gelmesinden kaynaklanan; zihnin adeta bulutların içine girmiş gibi, sis altında kalmış gibi, diğer tüm konuları geriye bırakıvermesinden ileri geliyor. Gördüğünüz herkesle, deprem konuşmak veya deprem bölgesi dışına çıktıysanız, ‘ben oradan geliyorum’ demek istiyorsunuz.” Türkiye’de hepimiz deprem bölgesindeyiz. Bugün Maraş, bir gün İstanbul veya başka bir yer: bunu da biliyoruz. O zaman, bu hayatları “ödünç alınmış zamanlarda” yaşamayalım artık.