Yapacak pek bir şey olmasa da Nuwara Eliya gelinip görülesi, mümkünse birkaç gece de kalınası nevi şahsına münhasır güzel bir yer.Nuwara Eliya yetiştirdiği taze sebzeleriyle de hayli popüler bir yer, odamın camından baktığımda da bir bostan görüyorum zaten. Tabii burada çayın da iyisi yetişiyormuş. Yani düşünün hem iyi bir yükseklik var hem de “İngiliz etkisi”, dolayısıyla hasadının da işleminin de kalitesi çok iyi oluyor. Ama birbirinden hoş köy evleriyle doldurdukları bu şehrin tarihinde İngilizler, evler kadar iyi hatırlanmıyor. Hele bir Yüzbaşı var ki fil katili olarak bütün adada nam salmış. Bu herif-i naşerifin kendi zevki için öldürdüğü fillerin sayısı bilinmiyor. Ama en büyük arzusu, tek mermiyle iki fili aynı anda yere serebilmeyi başarmakmış. Bazı insanlara ağız dolusu küfretmek yetmiyor, insanın ağzına yeterince küfür dolmuyor. Yüzbaşı, pırasa ve havuç gibi bazı sebzelerin buraya ekilmesinde ve yetiştirilmesinde önayak olan kişiymiş aynı zamanda. Zevk için filleri öldürmesinin kefareti olamaz ama. Yine bu Nuwara Eliya’da Grand Hotel denen mimarisi hayli hoş bir otel var. Onun karşısında da çok güzel bir Hint lokantası varmış ama ben geldiğimde tadilatta olduğu için yemekleri nasıl bilemiyorum. Yapacak pek bir şey olmasa da Nuwara Eliya gelinip görülesi, mümkünse birkaç gece de kalınası nevi şahsına münhasır güzel bir yer.
Nuwara Eliya
İngilizler, Sri Lanka sahillerine adım attıklarında tropikal sıcakla ve nemle tanıştılar. Böylece içerilere gelip geceleri ışıl ışıl olduğunu söyledikleri yerde yerleşmeye karar verdiler. Bu “ışık şehrine”, kendi dillerinde City of Lights dediler ama bunu yerel dile çevirdiler: Nuwara Eliya.
İngilizler, Sri Lanka sahillerine adım attıklarında tropikal sıcakla ve nemle tanıştılar.
Apar topar kendilerini atacakları bir dağ, bir yayla aradılar.
Böylece içerilere gelip geceleri ışıl ışıl olduğunu söyledikleri yerde yerleşmeye karar verdiler.
Bu “ışık şehrine”, kendi dillerinde City of Lights dediler ama bunu yerel dile çevirdiler: Nuwara Eliya.
Burada dolaşırken mimariden yayılarak şehre nüfuz eden İngiliz havası, kendini derhal belli ediyor.
Kaldığım Galway Heights da böyle bir otel.
Yaklaşırken bir İngilizlik kokusu alıyorsun ama içine girdiğinde, barıyla, odasıyla, bilardo salonuyla, mobilyasıyla bir küçük İngiltere’de olduğun sanrısına kapılıyorsun.
Şehirlerin dokularını muhafaza etmeleri gerektiğini çünkü ortak hafızanın ancak bu sayede oluşabileceğini düşünürüm.
O yüzden de dokuyu bozan, uyumsuzluğuyla göz kanatan yapıların şehrin canına okuduğu konusunda kolay değişmeyen bir fikrim vardır.
Ama burası bu hâliyle güzel, tropik bir adada kibirden arındırılmış bir küçük İngiliz köyü.
Otelin barında viski yerine yerel bir hindistancevizi rakısı içerken canlı müzik başladı, “oldies but goldies”, altmışların yetmişlerin en meşhur İngilizce şarkıları otelle de buranın ruhuyla da uyum içinde.
Victoria Parkı haricinde şehir merkezinde kayda değer hiçbir şey yok.
Bu durum, başka bir yerde kolay karşılaşmayacağınız bir karşıtlık yaratıyor.
Her malın en kötüsünün satıldığı, işportacıların ve bir milyoncuların işgali altında dükkânlar; karşılarındaysa, mukavva ya da bez parçası üstünde birbirinden lezzetli ve taze meyveleri satan tezgâhtarlar.
Tabiatın sana verdikleri ile insanın yaptıkları arasındaki dehşetengiz uçurum…
Tabiat her şeyi, herkese eşit sunuyorken işin içine insan faktörü girdiğinde derhal yoksunluk baş gösteriyor.
Otelin dışında, akşamları, gerçekten yapacak hiçbir şey yok.