İddia: İran destekli bir grup, Suriye Ordusu'na destek olmak için Suriye'ye girdi İddia: İran destekli bir grup, Suriye Ordusu'na destek olmak için Suriye'ye girdi
Chelsea Market, içerisinde ofislerin de bulunduğu büyük bir alışveriş ve yemek alanı. Eskiden bir bisküvi fabrikası olan bu market, her yıl 6 milyon ziyaretçi ağırlayan turistik bir mekân haline gelmiş. New York deyince aklımıza genelde filmlerde görmeye alışık olduğunuz gökdelenler geliyor. Halbuki şehir bu yüksek yapılardan ibaret değil. Farklı özellikleriyle bilinen ve gerek turistlerin gerek de New Yorkluların ayrı ilgisini çeken pek çok farklı semt var. Ben de bugün size bunlardan birinden, bol ağaçlı yollarda güzel evleri, restoranları ve mağazaları seyrederek sokaklarında yürüyebileceğiniz Chelsea semtinden bahsetmek istedim. Bu yazıda Chelsea’yi popüler yapan üç özelliğinden bahsedeceğim: Market, ‘The High Line’ ve galeriler. Chelsea Market, içerisinde ofislerin de bulunduğu büyük bir alışveriş ve yemek alanı. Eskiden bir bisküvi fabrikası olan ve şu an Google’ın ana şirketi Alphabet Inc.’a ait olan bu market, her yıl 6 milyon ziyaretçi ağırlayan turistik bir mekân haline gelmiş. Buraya turist olarak girdiğinize yalnızca alışveriş ve yemek alanlarını görüyorsunuz. İçerisinde giyim veya günlük kullanılan ürünleri satan mağazalar olsa da Chelsea Market’i tek bir şekilde tanımlayacak olsam yemek alanı olarak tanımlardım. Zira, çok büyük bir ıstakoz restoranından önünde bir saat kuyruk beklemeniz gereken Meksika restoranına, kahvecisinden çikolatacısına kadar birçok farklı seçeneği barındırıyor. İlk gidişimde içeride gezmeyi keyif verici bulmuş olsam da sonraki gidişlerimde kalabalığından ve oturma alanı arayışından pek hoşlandığımı söyleyemem. Bu yüzden de Chelsea Market’i turistlerin New Yorklular’dan daha çok sevdiğini düşünmeye başladım. Chelsea bölgesini konuşurken yazmadan geçilemeyecek bir diğer alan: The High Line. Bu alan park olarak geçse de aslında eski bir demiryolunun üzerine kurulmuş yaklaşık 2.5 km uzunluğundaki bir yürüyüş yolu. Yürürken etrafınızda eskiden kalma rayları görebiliyor ve 500’den fazla bitki çeşidiyle karşılaşabiliyorsunuz. Bu yüzden ‘park değil’ demek de haksızlık olur. Yol üzerinde ayrıca oturabileceğiniz banklar bulunduğu gibi, deniz gören kısmında uzanabileceğiniz şezlonglar da var. Yol dememe rağmen, yer yer etkinliklerin yapıldığı geniş alanları olduğunu da söylemem gerek. Yürümesi keyifli bir alanın, şehrin tam içinde yer almasının New Yorklular için büyük bir lüks olduğunu düşünüyorum. Nitekim, İstanbul’un en güzel yerlerindeki Sirkeci ve Haydarpaşa garlarının etrafında da böyle bir düzenleme yapmak mümkün olur mu diye düşünmedim değil. Yol şehrin o kadar içinde ki, bazı binaların tam arasından geçiyor. Yürürken bu evlerde oturanların perdelerini açamayacağını düşünüp üzülmüştüm. Bu kadar lüks bir bölgede oturanlara üzülmem sanırım biraz komik kaçıyor.
Chelsea aynı zamanda New York’ta sanat galerisi yoğunluğunun en fazla olduğu bölge. Bölgenin özellikle iki caddesinin sokaklarına yayılmış galerilerinde, resimden heykele kadar farklı sergileri bulabiliyorsunuz.
Chelsea aynı zamanda New York’ta sanat galerisi yoğunluğunun en fazla olduğu bölge. Bölgenin özellikle iki caddesinin sokaklarına yayılmış galerilerinde, resimden heykele kadar farklı sergileri bulabiliyor, hem klasik hem de çağdaş sanat eserlerini görebiliyorsunuz. Bazıları 3-4 kattan oluşan çok büyük galeriler olmakla birlikte (hatta bir tanesinin içerisinde kütüphanesi olan çalışma alanı vardı) bazıları tek bir kattan ya da 3-4 küçük odadan oluşuyor. Benim buraya ilişkin en sevdiğim şey, galerilerin herkesçe erişilebilir olması. Türkiye’de sadece eserleri gezmek için galeriye gitme kültürü ne kadar yaygın bilmiyorum; ama ben eskiden çalışmış olduğum hukuk bürosunun etkinliği dışında herhangi bir galeriyi gezmeye gittiğimi hatırlamıyorum. Oysa bu bölgedeki hemen hemen tüm galerilere adeta müze geziyormuş gibi gittim. Ücretsiz bir şekilde bu kadar eseri görebiliyor olmak çok keyifliydi. Galerileri gezerken eserlerin yalnızca ekonomik olarak üst kesime hitap ettiğini düşünen bir arkadaşım ise rastgele bir resmin fiyatını sordu ve 2.000 dolar cevabına oldukça şaşırdı. 2.000 dolar bizler için yüksek fiyat olsa da zengin olmayan New Yorkluların da bir sanat eseri için harcayabileceği bir miktar. Tabii herkesin değil. Dışarıdan yaşam standardı yüksek gözükse de New York birçok kişi için çok adaletsiz bir şehir. Fakat bu başka yazının konusu. Market, ‘The High Line’ ve galeriyle ele aldığım Chelsea aynı zamanda şarkılarda da kendine yer bulmuş bir semt. Ben de bu yazımı Leonard Cohen’in “Chelsea Hotel #2” ve Joni Mitchell’in “Chelsea Morning” şarkılarını önererek bitiriyorum. Bir sonraki New York tecrübesinde görüşmek üzere.