Nejla Kurul yazdı | Sokak: Demokratik siyasetin umudu
Sokaktan eve girmiyorsun?” Bu saate kadar sokakta işin ne?” “Sen sokak çocuğu musun?”. Sonuç, babanın gelişine yakın saatlerde eve girmek zorunda olmanın hüznü! Anlıyoruz ki anne ve babaların korkusu, biz çocuklara da bulaşır. Benliğimizde sıklıkla ebeveynlerin yarattığı hasarların izlerini taşırız. Her şeye rağmen hızla uykuya dalan çocuk için sokak, bir sonraki gün keşfedilecek bir mekân olarak kalır. Dolayısıyla hem diğer çocuklarla oynayabilme ve keşfetme özgürlüğüne kavuşulur sokakta, hem de sokağın ‘kir”inin farklı dolayımlarla bulaşma olasılığı karışır hayatlarımıza. Ne var ki sokağın ‘kir’i, muktedirlerin abartarak anımsattığı bir olgu olagelmiştir. Sokak çocukları, sokak kadınları, (sokağın) taş atan çocukları, sokak çeteleri, sokak kavgaları hatta “sokak siyaseti” genellikle hep bir olumsuz içerikle anılırdı o zamanlar ve hatta bugün bile.
İster modernleşmenin tek tipçi yaşam vaadinden, ister kapitalizmin emek sömürüsü düzeneğinden, isterse hayattan çıkmamış dar, demokratik olmayan ve dinsel yorumlardan, isterse patriyarkal düzenin despotluğundan koşullansın, nihayetinde siyasal ve kültürel yapının koşulladığı gündelik yaşam örgüsü içinde sokaklar, giderek bize uzak ve yabancı mekânlar oldular. Çünkü sokaklar kabullenilmiş bir “ev”de ve “işyeri”nde olma halinden uzak, eğreti mekânlardı. En iyi yanıyla işsiz güçsüz, aylak aylak gezinme halleri, kötücül yanlarıyla şiddet ve korkunun barınağı olarak sokaklar yan yana anılır olmuştu. İyi yetiştirilmiş, terbiyeli, namuslu insanlar, ev ve işyeri arasındaki zincirlerin dışına çıkmamakla betimlenir oldu uzun zamandır: “İyi çocuktur, evden işe, işten eve!” İyi şeylerden söz edeceğimiz zaman bir gururla “mahallemiz” der ve başlardık. Sokak uzak, mahalle ise daha yakın gelirdi bize! Belki sokak ürkütücü, mahalle ise belediyelerin bir parçası olarak kamusal alanın mekânı olarak görüldüğündendir. Zihnimdeki en olumlu sokak çağrışımı Ferenc Molnár’ın Pal Sokağı Çocukları romanı idi. Ve sokağı, tüm hasarlarına karşın çok sevdim.
Çocukluğumuzun, Murathan Mungan’ın sözleriyle (Harita ve Metot Defteri), bizi kilitlemesine, geleceğimizi ele geçirmesine, çocukluğumuza demir atmış bir yaşam sürmemize izin vermemek gerekir. Yazarın çağırdığı yerin siyaset için de bir anlamı var: “Yükünü hafifletmeyi bilmiş, kalbini ovup yeniden parlatmayı becerebilmiş bir erişkinlik hali anlatmaya çalıştığı(m). Ne de olsa olgunlaşmak büyümekten daha çok zaman alır…”. Anne ve babalarımız köpeklerden korktu, biz de korktuk bu tatlı dostlardan. Ebeveynler sokaktan korktu, bizler de sokaktan korktuk. Çocukluktan kurtulamamış, politik erginliğe ulaşamamış yurttaşlar olarak ‘devlet baba’nın sokak algıları da hayatımızın bir parçası oldu çok uzun zamandır. Sokağa dair tartışmalarda, iktidarı ve muhalefeti ile devleti; aile, ebeveyn ama özellikle baba imgesi ile yan yana getiriverdim. Politik öznelerin sokak hakkındaki bu tartışmaları, tıpkı ana ve babalarımız gibi hayli çelişkili mesajlar veriyorlar bize.
Cumhurbaşkanı ve AK Parti’nin Genel Başkanı Tayyip Erdoğan 15 Temmuz gecesi, “başarısız darbe girişimi”ne ya da “kontrollü darbe”ye karşı, bana göre hala bilinmeyen yönleriyle ‘0 gece’de ‘demokrasiyi savunmak’ için yurttaşları ‘sokağa çağırdı’. Demokrasinin gelişimi ile sokağın sesi arasında doğru bir ilişki kurdu kurmasına da, sadece kendisi içindi bu çağrı. Erdoğan, politik olarak zayıf olduğu koşullarda sokağa çağırdı muhafazakâr yurttaşları! Ne var ki gücünü yeniden tesis ettiğinde, sokağı yeniden “kirli” ilan etti ve suçlulaştırdı. Şimdilerde bir bakan bizlerin vergileriyle yaptığı yollarda teröristlerin yürümemesi gerektiğini ifade edecek kadar ileriye gidebiliyor.
16 Nisan’ı 17’sine bağlayan gece, Yüksek Seçim Kurulu, muhtemeldir ki görünüşte ‘vatan ve devletin bekası’ için, sokağın oylarının sandığa yansımaması ile sonuçlanacak ve “hile şüphesi ile anılacak bir seçim”i binlerce dilekçeye rağmen yasallaştırır göründü, ne var ki meşrulaştıramadı. Bu olgu karşısında, CHP’nin Genel Başkanı ve ana muhalefetin lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun sokağa çağrı yapmaması ya da sokağın öfkeli enerjisinin emilmesine, istemeden de olsa, yol açması nedeniyle eleştirildi. Çünkü sokak karanlık, belirsiz ve kötü çocukların olduğu mekândı ve iyi çocuklar onların karşısında duramazdı. Ayrıca bu kavrayışın ardında kimden olursa olsun sokağın ergin olamamış yurttaşlarının, yani çocuk olma halinin kabullenişi vardı.
İktidar açısından ‘hayırcı sokak çocukları’nın attığı oy, pek de muteber sayılmazdı. Kılıçdaroğlu’na göre ise “hayırcı iyi çocuklar” silahlı sokak çetelerinin karşısına çıkarılamazdı, korunmaları için öyle yapmıştı. Birinci yaklaşım, sokağı kendi politik hedeflerine akıtmaya hizmet ederken, ikinci yaklaşım sokaktaki sivili korumaya yöneliyordu. Etik açıdan derecelendirildiklerinde ikincisinin iyi niyeti görmezden gelinemez, ne var ki cehenneme giden yollar iyi niyet taşları ile döşelidir. İkisinde de sorun var; çünkü verili mülk düzeninin paternalist yaklaşımına karşılık geliyorlar. Paternalizm, toplum veya aile yönetimlerinde kararların, onları korumak adına, rehber ve ideal kabul edilen kişi veya kişilerce, alınmasını öngören yönetim sisteminin adıdır. Yani demokratik ve adil olmayan bir sistem! Bugünkü sistemimizle nasıl da örtüşüyor! Çocukların, gençlerin, işçilerin, kadınların, Kürtlerin, Müslümanların, Alevilerin ve yurttaşların gelişmesine, derinleşmesine, zekâsını kullanma cesaretlerinin filizlenip dallanıp budaklanmasına, hatta coşmasına izin vermeyen bir sistem! İnsanı egemen olanın kalıpları içinde donduran bir sistem!
Adalet yürüyüşü ile paternalizmin bu iki yaklaşımından da uzak duran yeni bir deneyimle karşı karşıyayız. Bu yürüyüşte, devletle ilişkisini devlet üzerinden tanımlayan ‘vatandaş’ı değil (ki bu vatandaş evden çıkmaz, siyaseti sadece televizyon seyreder gibi izler, sahneye çıkıp oyuncu olmaya cesaret edemez) bir ‘yurttaş’ hareketini görüyoruz. Yurttaşlık, tüm çeşitliliği ve çokluğu ile toplumun ihtiyaçlarından ve “herkes için adalet” ilkesinden yola çıkarak toplum üzerinden devletle ilişkilenme olarak demokratik politik olgunluğun önünü açar. Artık “ben bilmem babam bilir” ya da “ben bilmem kocam bilir”, nihayet “ben bilmem büyüklerimiz, devlet erkânı bilir” sözleri bir kenara bırakılmak durumunda kalır. Jacques Ranciére’nin ifade ettiği gibi, ne zaman bir zekâ başka bir zekâya bağlanır, o zaman aptallaştırıcı olur. Zira bağlanan zekânın gelişiminin ve özgürleşmesinin önü kapanır. Şimdi ise ağır OHAL baskısına karşın zekâlarımızı kullanma cesaretini gösterdiğimiz günlerden geçiyoruz.
Nitekim 15 Temmuz 2017 gecesi, Erdoğan kitleleri sokağa çağırmışken, 15 Haziran 2017’de Kılıçdaroğlu yurttaşlığı gören bir zeminden “ben yürüyeceğim” dedi. Kimseyi bir yere çağırmadı. Kant’ın deyişiyle yurttaşın aklını kullanmasını ve adaletin peşinde olmak gibi bir derdi varsa eğer kendisini izleyebileceği ama bunu kendi iradesi ile yapacağını anımsatıyordu nazikçe. “Sizi çağırmıyorum, tüm çilesiyle ve onuruyla birlikte yanımda olmanız sizin kararınız olacaktır!” diyordu. Siyasal iletişimin bu tarzı ile sokağın, sıradan insanların aklına ve sezgisine güven açığa çıkıyor. Bunun bir diğer adı ise özgürleşme. Kendisinden başka hiç bir şeye itaat etmeyen gelişkin bir zekânın işe koyulması! Yani Başbakan Binali Yıldırım’ın sözlerinin tam tersi: İtaat etmeyen rahatsız bir zekâ! Farklı ilgi, yönelim ve sahiplenmeyle eleştirel, rahatsız bir zekâ!
Şimdilerde sokak yeniden keşfediliyor üstelik OHAL koşullarında, en azından Türkiye’nin daha geniş demokratik muhalefeti tarafından. Ardında kitlesel bir desteği de aldığı için adalet yürüyüşü, sokak algısını değiştiriyor. Her yerde bir hareketlenme var, terden sırılsıklam bir beden ve al al olmuş yanaklar hızla eve girip bir bardak su ile biraz peynir ekmek yiyerek sokağa çıkmak ve yürüyüşe katılmak istiyorlar. Neyi beklediğini bilmeyen bekleyişin ataleti atılıyor bedenlerden… Tatlı bir telaş var. Herkes otobüs ayarlama ve bir kaç arkadaşını bu heyecan verici adalet serüveninin bir parçası yapma uğraşısında... Çünkü sokağa ve sokağın aklı ve sezgisine ilişkin algılar, kavrayışlar değişiyor. Sokak, bırakın suçlulaştırmayı adaletin peşinden gidişin mekânı oluyor artık. Güzel ve tarihsel bir zaman dilimi yaşıyoruz. Herkesin adaletsizlik yükü, bagajı ya da sırt çantası birbirinden farklı, kutuplaştırılmış Türkiye yeni karşılaşmalara, bakışmalara ve buluşmalara hazırlanıyor. Halkın arasındaki duvarlar ortadan kalkıyor. Muhafazakârlar ve laikler, kadınlar, erkekler ve farklı cinsel yönelimler, Kürtler ve Türkler, doğanın temsilcileri yeniden buluşuyorlar Gezi’deki gibi. Shelley’in (1819) “Anarşinin Maskesi” adlı şiirinde söylediği gibi, “Uyuyan aslanların ayağa kalkması gibi/Yenilmeyecek kadar kalabalık!/Uykudayken üzerine serpilen çiy damlacıkları gibi/ Salla dünyaya doğru zincirlerini/ Siz çoksunuz, onlar bir avuç. Adalet yürüyüşü bir demokrasi okulu haline geliyor. Adalet yürüyüşü çokluğun arayışını andırıyor. Acılar kısmen de olsa olgunlaştırdı/olgunlaştırmalı bizi… Şimdi çokluk birbirinin sesine/acısına/sözüne kulak vermek zorunda! Evet, biz çoğuz, onlar ise bir avuç!