Devamlı tekrarlar, kendilerini en fazla entelektüel sananların bile düştüğü acınası durumlar. Bu yazıda da az sonra bahsedeceğim yine bir film örneği üzerinden bu konuya değineceğim. Bu yazıyı da geçen yazının temel meselelerini oluşturan “aydınlanma”, “bilgilenme” ve toplumun “kültür fetişizmi” üzerine kaleme almaya karar verdim. Anlaşılan Mitos ve Logos üzerine yazacaklarım bir süre daha bekleyecek gibi görünüyor. Önce geçen yazıda bir hata yaptığımı itiraf ederek başlayayım. “Matrix filminin sonundaki Rage Against The Machine’in Wake Up şarkısı, içimizdeki Fransız post-yapısalcı anarşistleri bağrına basıyordu” sözünün oldukça geçersiz, akademik bir verbalizm olduğunu kabul etmek gerek. Esasında bu Fransız “post-yapısalcılar” (Barthes, Foucault, Derrida et al.) hiçbir zaman post-yapısalcı olduklarına dair iddiaları kabul etmediler. Düşünce tarihinde hep yapılan bir hatanın sonucu olarak, onlar bu şekilde yaftalandılar ve bu neredeyse bir amentü hâline geldi. Foucault hiçbir zaman post-modernist veya post-yapısalcı değildi. Derrida da öyle. Bu filozofların zorlu bir okuma gerektirdiği şüphe götürmez. Ama bu, onları aklın dışında, saçma sapan düşünen olarak kabul etmemizi veya bizim şu sıralar akla mugayir her kavram için yalan yanlış kullanageldiğimiz “post-modernist” etiketini onların üstlerine yapıştırmamızı gerektirecek bir şey değildir. Hatta tam tersi olduğunu da söyleyebilirim. Bu amentünün oluşmasına sebebin ne olacağını aşağıda özetleyeceğim. Devamlı tekrarlar, kendilerini en fazla entelektüel sananların bile düştüğü acınası durumlar. Bu yazıda da az sonra bahsedeceğim yine bir film örneği üzerinden bu konuya değineceğim. Biraz “ortaya karışık” olacak. YUKARI BAKMA! 2021’in son birkaç gününe doğru yönetmenliğini Adam McKay’in yaptığı Don’t Look Up! adında bir film Netflix’te yayınlandı. Film, dünyaya giderek tehlikeli bir şekilde yaklaşmakta olan bir göktaşının varlığını tespit edip duyuran bir grup bilim insanının, post-truth (hakikat sonrası) çağda bu gerçeği topluma ve politikacılara karşı çırpınarak anlatmaya çalışmalarını konu alan güzel bir siyasi ve toplumsal satir (hiciv) örneğiydi. Dediğim gibi film analizi yapmak benim işim değil; o yüzden bu konudaki ağır safrayı atarak içeriğe gelirsek filmin anlattıklarının karanlık bir imajı tasvir ettiğini düşünmek zor gelmedi bana. Dünyaya giderek yaklaşan göktaşının açık ve seçik varlığına rağmen ABD Anayasa Mahkemesi’nin skandalıyla uğraşan ve açıkça Trump’ın kadın versiyonu olduğu belli olan popülist bir ABD başkanı ve onun bilindik nepotizmle katibi yaptığı idiot oğlu ve kendi robotik ve elektronik firması için daha fazla zenginlik hırsıyla göktaşından daha fazla mineral çıkarmaktan başka bir şey düşünmeyen apatik ve empati yoksunu, Jobs ve Musk karışımı bir “teknoloji dâhisinin” “müdahaleleri” neticesinde dünya göktaşının çarpmasıyla yok oluyordu filmin sonunda. Bir de filmin -bence ustalıkla resmettiği- bu vahim tabloya politik hamleler ve iktidarın hakikat oyunları neticesinde “göktaşı aslında yok” diyen komplo teorisyenlerini de ekleyebiliriz. Her hicivde olduğu gibi burada da abartı var elbette. Ancak böyle bir şeyin gerçek olması hâlinde benzeri bir durumun düşük bir ihtimal olduğunu sanmıyorum. Filmin anlattığı karanlık tablo günümüz dünyasına benziyordu. Ancak burada film üzerine çıkan tartışmaları özetleyen The Independent’ın haberindeki bir ibare çok dikkatimi çekti. Başka bir kültür ve magazin dergisi olan Rolling Stone’a atıf yapıyordu haber. Bu habere göre film çok sert eleştiriler almıştı ve Rolling Stone’a göre “bir tane adamın koyunları uyandırmak karanlığa bağırıp çağırmasını” anlatıyordu ve bu yüzden eleştirilmişti[1]. Sadece bu mu? Gerçekten de filmde DiCaprio’nun oynadığı Dr. Mindy karakterinin televizyonda bir sinir krizine girip “bize ne oldu?” diye sorası geliyor insanın. Bu nasıl bir eleştiridir merak ediyor insan. Pozitif bilimlerin insan hayatına anlam katmayacağına, insana hiçbir “deruni” perspektif vermeyeceğine inanabilirsiniz. Ki Nietzsche bile pozitif bilimlerin bir “zehir” olduğunu düşünüyordu, sanatı onlara bir panzehir olarak takdim ederken. Fakat tahmin edebileceğinizin aksine tam da bu sebebin kendisi pozitif bilimlere güvenmek için yeterli bir gerekçedir. Neden her şeyin bu kadar doğrusunu, en doğrusunu, hakikatin çekirdeğindeki o gizli hazineyi bilmemize bu kadar ihtiyaç var? Bence tam da bu sorunun temelinde yatan kompleks, bu filmde -ve Dr. Strangelove gibi- benzeri eserlerde anlatılmaya çalışılan  “hakikat takıntısının” insanların gözü önündeki hakikati kaçırmalarıyla sonuçlanan bir trajediye dönüyor olmasıdır. Belki de sadece bu film değil, klasik edebiyat ve janr edebiyatı içerisinde bile bunu görmemiz mümkündür. Kimi zamanlar hakikatın bir Moby Dick olabileceğini kesinlikle aklımızdan çıkarmamamız gerekir; Ben hakikatin büyük anlatılar çerçevesinde yıkılıp tekrar oluşturulduğuna dair bahsini ettiğim bazı Fransız filozofların görüşüne katılan birisi değilim. Ancak kimi zamanlar onun bir Moby Dick olabileceğini kesinlikle aklımızdan çıkarmamamız gerekir; Kaptan Ahab olmak iyi bir şey değildir. Dışarıdaki tüm gerçekliğin inkârı, dinsel veya seküler -ama özellikle dinsel- ben-bilirimciliğe (Self-righteousness) ve sonu mutlak bir yıkım olan bir sona götürür. Bu tarikin sizi çıkarabileceği başka bir yol yoktur. Fransız matematikçi ve filozof Henri Poincaré, “bilimsel sonuçların aslında doğruluk değil uygunluk” çerçevesinde belirlendiğini iddia etmişti. Bu neden bizim için yeterli bir gerekçe değildir? Eğer dişiniz ağrıyorsa, dişinizde büyük bir ihtimalle bu ağrıya sebep olan bir apsenin veya iltihabın olduğuna dair genel bilimsel kanıyı kabul etmemeniz için başka bir sebep olmamalıdır. O başka sebebi tamamıyla bu anlam dünyasında, genel bir metafizik gerçeklikte veya kabul edilebilir açıklamalarla meşrulaştırmak son derece mümkündür, ancak bilim için bu apseden başka bir sebep yoktur. Bu apse veya iltihabın kozmik bir sebep-sonuç döngüsünde bir anlam ifade ettiğini ayrıca düşünmek ile bilimin bu sonuca varması arasında gerçekten bir farklılık vardır. Bilim bu “referans” ile yüklü değildir çünkü. Ondan o anlamı çıkaran siz olabilirsiniz ve emin olun ben de buna karşı değilim çoğu durumda. Ancak anlam arayışının vardığı sonucun ne kadar tehlikeli olduğunu tarihte hiç olmadığı kadar net olarak gördüğümüz bir çağda yaşıyoruz. Kişisel gelişim kitapları, sözde nöro-bilişsel eğitimler, sahte spiritüel New Age inançları ve benzerleri kitleleri peşinden sürüklüyor. Onları zehirliyor. Bundan daha da kötüsü, organize dinler de artık bu anlam açlığını doldurmakta yeterli olamıyorlar. Yeterli olamadıkları gibi bu anlam açlığını ziyadesiyle sömürmekte beis görmüyorlar. Eğer olsalardı IŞİD gibi bir oluşumla karşılaşabilir miydik? Yıllar önce okuduğum bir gazete haberinde, IŞİD’in ve benzeri tekfiri İslami terörist grupların bazı militanlarını İngiltere’de şiddet suçlarından hapis yatmış ve sonradan Müslüman olan mahkûmlardan devşirdiğini okumuştum. Bu mahkûmlardan daha iyi bir aday var mıdır? Çünkü onlar açlar ve onları doyurmak gerekiyor. Modern hayatın terk ettiği bu insanların şiddet döngüsü içerisinde yutulmalarını sağlayan da tam bu açlıktır. Elbette bundan, şu sıralar kendisini sözde muhalefette gören Ahmet Davutoğlu’nun bir zamanlar IŞİD’li militanlar için dediği “bir grup öfkeli genç” tabirini savunduğum anlamı çıkmaz. Neden çıkmaz? Çünkü bilakis tam da bu öfkenin kendisi tarihte eşi benzeri ancak Nazizm ve Moğol işgalleri gibi durumlarda görülen örgütlü bir gerçeklik tarafından yönetilmektedir. Bu örgütlülük işte bizim dünyamızın başına bela olan ve sadece insanlığı değil gezegenimizin de sonunu getirecek olan yapının ta kendisidir. Bunun adının ne olduğu fark etmez; bu İktidardır. Bu İktidar’a karşı ne yapılmalıdır? Felsefe ile biz bu iktidara karşı kendi mekanizmalarımızı kuracak düşünsel bir sistematik ve eleştiri oluşturabiliriz. Hatırlarsanız “Felsefe ne işe yarar?” ilk yazdığım yazımın başlığıydı, buyurun size cevabı: Felsefe ile biz bu iktidara karşı kendi mekanizmalarımızı kuracak düşünsel bir sistematik ve eleştiri oluşturabiliriz. Mitos ve Logos üzerine olan yazı dizimde Thales’i anlatırken onun başından geçen şu enteresan olaydan bahsetmeyi unutmuştum. Bu anekdot Platon’un Theaetetus diyalogunda geçer. Thales bir gün göksel cisimleri incelemek için yukarı baktığı sırada bir kuyuya düşer ve oradan geçen yaşlı bir kadın onu uyarır; “Ey Thales, daha ayağının altındakileri göremiyorsun ve göklerde ne olduğunu görmeyi mi umuyorsun?” Ben de diyorum ki, yaşlı kadını boşverin. Yukarı bakın. Gerekirse aşağı da bakarsınız. Biz insanlar tanrılar değiliz ve sebebi de budur: bu hakikati tüm kapsayıcılığıyla kavramak tanrıların işidir. Onlar hem yeri hem göğü de görebilirler. Bırakın tanrılar işini yapsınlar (şayet inanıyorsanız). Siz de kendi işinizi yapın. Gerçeği arayın. Göğe bakmaya devam edin. 2022 yılında kuyuya düşmemeniz dileğiyle… [1] https://www.independent.co.uk/arts-entertainment/films/features/dont-look-up-netflix-adam-mckay-b1984534.html giriş tarihi 01.01.2022