Ne yaşıyoruz? Durgunluk mu yoksa resesyon mu?

Abone Ol
Büyüme, istihdam ve işsizlik değişkenleri üzerinden tanımladığımızda mevcut durumda Türkiye ekonomisinde bir durgunluktan veya resesyondan bahsetmek mümkün değil. Ancak sokağa çıktığınızda durum oldukça farklı.

Loading...

Türkiye ekonomisi uzunca bir süredir iyi yönetilmiyor. Ekonomi alanında alınan kararlar iktisat biliminin kurallarını hiçe sayıyor ve bunun sonucunda ekonomik göstergeler hızla bozuluyor. 2013 mayıs öncesinde iktisadi kuralları merkeze alan ve aynı zamanda küresel rüzgârla aynı yönde hareket eden ekonomi yönetimi, bu tarihten itibaren kendisine yeni bir rota çizmeye başladı. Ancak bu yeni rotanın iktisat biliminin temellerinden kopuk bir şekilde belirlenmesi, Türkiye ekonomisinin sert fırtınalara maruz kalmasına neden oldu. 2018 mayıs ayında merkez bankasının araç bağımsızlığının bitirileceğinin ilan edilmesiyle birlikte fırtınaların şiddeti daha da arttı ve artmaya da devam ediyor. Sert fırtınalara maruz kalmak, ekonominin hız kesmesine ve durgunluğa sürüklenmesine neden oluyor. Uzun zamandır birçok iktisatçının dile getirdiği ekonomik durgunluk sözü bugün artık birçok ağızdan dile getirilmeye başlandı. Sanayiciler ve iş adamları artık daha sesli bir şekilde ekonomik yavaşlamanın şiddetlendiğini söylüyor. Birçok iktisatçı ise -açık veya örtük bir şekilde- durgunluktan daha öte, olası bir ekonomik çöküşün çok da uzak olmadığına işaret ediyor. Peki Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu mevcut durum hangisi? Hükümet yetkililerinin belirttiği gibi ekonomi iyiye mi gidiyor, sanayici ve iş adamlarının ifade ettiği gibi durgunluğa mı sürükleniyoruz, yoksa zaten bir süredir devam eden bir durgunluğun veya resesyonun içinde mi yaşıyoruz? Ekonominin içinde bulunduğu durum, iktisadi değişkenlerin aldığı değerler ile tespit edilmekte. Her ne kadar günümüzde indirgemeci bir şekilde sadece büyüme oranına odaklanan bir yaklaşım hâkim olsa da istihdam sayısı, istihdam oranı ve işsizlik oranı gibi değişkenlerin de dikkate alındığı analizler daha makbul görünmektedir. İktisadi değişkenler arasında en göz önünde olanı reel GSYİH ve bunun aracılığıyla hesaplanan ekonomik büyüme. Bir ülkede ekonomik büyüme oranı uzun dönem büyüme oranının -yani potansiyelinin- üzerinde seyrediyorsa ekonominin canlı olduğu, potansiyelinin altında seyrediyor ancak pozitif değer alıyorsa ekonominin durgun olduğu, eğer iki çeyrek üst üste negatif değer alıyorsa ekonominin resesyon içinde olduğu söylenebilir. Türkiye ekonomisi Türkiye İstatistik Enstitüsü’nün (TÜİK) verileriyle 2003’den bu yana her yıl ortalama %5,5 büyüme kaydetmiş. Bu değer ekonominin potansiyelini ifade ediyor. Son sekiz çeyreğin (2 yılın) ortalamasını aldığımızda büyüme oranının, kendi ortalamasından daha yüksek bir değer aldığını söylememiz mümkün. İktisadi değişkenlerden ikincisi ise emek piyasasına ilişkin göstergeler: İstihdam edilen kişi sayısı, istihdam oranı ve işsizlik oranı. Eğer bir ülkede istihdam (özellikle tarım-dışı istihdam) veya istihdam oranı artış gösteriyor ya da işsizlik oranı azalış sergiliyorsa ekonominin canlı olduğu, bu değişkenler yatay veya yataya yakın seyrediyorsa (değişim oranı %15’ten az ise) ekonominin durgun olduğu, olumsuz açıdan hızlı bir şekilde değişim gösteriyorsa (değişim oranı %15’ten fazla ise) ekonominin resesyon içinde olduğu söylenebilir. Türkiye ekonomisinde gerek istihdamın gerekse de istihdam oranının TÜİK verileriyle 2019 yılının sonbaharından itibaren artış eğiliminde olduğunu, işsizlik oranının ise azalış trendine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Büyüme, istihdam ve işsizlik değişkenleri üzerinden tanımladığımızda mevcut durumda Türkiye ekonomisinde bir durgunluktan veya resesyondan bahsetmek mümkün değil. Ancak sokağa çıktığınızda durum oldukça farklı. Toplumun büyük bir bölümü satın alma gücünde azalış olduğunu ve geçinmekte ciddi anlamda zorlandıklarını dile getiriyor.
Enflasyon yoksuldan zengine doğru gelir transferine neden olur. Ancak bir noktadan sonra sadece sabit gelirli kesim kaybetmez; her iki taraf da kaybetmeye başlar. İşte o zaman durgunluk ve resesyon belirginleşir ki Türkiye tam da bu eşikte.
Satın alma gücündeki azalışın arkasında enflasyonun yattığını artık hepimiz biliyoruz. Enflasyon, sabit gelirli kişilerin satın alma gücünü eritiyor. Enflasyon oranı arttıkça bu eriyiş daha da hızlanıyor ve insanların büyük çoğunluğunu yoksunluk, yoksulluk ve sefalet ile karşı karşıya bırakıyor. Enflasyonun en belirgin özelliği, sabit gelir elde eden kişilerden elinde varlık bulunduran kişilere gelir transferine neden olmasıdır; yani gelir dağılımını bozmasıdır. Enflasyon, serveti yoksuldan zengine doğru transfer eder; zengini daha zengin, yoksulu ise daha yoksul yapar. Türkiye ekonomisinde büyüme pozitif seyretse de toplumun tüm bireylerinin büyümeden eşit bir şekilde faydalandığını söylemek mümkün değil. Benzer bir şekilde insanlar bir işte çalışıp bir gelir elde etse de toplumun yaşam standardının eski seviyesinde olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. Bu bağlamda Türkiye ekonomisinin “teknik olarak” durgunluk veya resesyon içinde olmadığını, ancak toplumun büyük bir kesiminin bireysel olarak “fiili durgunluk” yaşadığını söylemek doğru olacaktır. Peki ekonomi teknik olarak durgunluk veya resesyon içinde değilse iktisatçılar ve sanayiciler neden sürekli olarak durgunluk ve resesyon endişelerini dile getiriyor? Bunun nedeni kaçınılmazın yaşanacak olmasıdır. Enflasyon yoksuldan zengine doğru gelir transferine neden olur, ancak gelir transferinin de bir eşiği vardır. Bir noktadan sonra sadece sabit gelirli kesim kaybetmez; her iki taraf da kaybetmeye başlar. İşte bu eşik aşılınca durgunluk ve resesyon belirgin olmaya başlar ki Türkiye ekonomisi mevcut durumda tam da bu eşikte. Önlem alınmazsa halihazırda rakamlara yansımamış olan “fiili durgunluğu” ders kitaplarında rakamlara yansımış bir “resesyon” olarak göreceğimiz aşikâr.