Ne kibrimiz var ne de birilerine ayar verme amacımız

Abone Ol
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’la ülkenin gündemini konuştuk. Sancar; “Çeşitli kesimlerde kaygılar olabilir ama toplumun bize inanması için her türlü çabaya hazırız. HDPnin sayısal gücüyle anahtar konumda olduğunu herkes biliyor. Biz bunu bir kibre dönüştürme eğiliminde değiliz. Yani ‘biz anahtar partiyiz, herkes bize mecbur, herkes kendini buna göre ayarlasın’ gibi bir anlayışımız yok. Ne kibrimiz var, ne de birilerine şantaj mesajı gönderme ya da ayar verme gibi bir yaklaşımımız.” dedi. Sunuş... Türkiye büyük bir ekonomik krizin içinde. Bu krizi aşmanın yolu da siyasetten geçiyor. Peki söz konusu krizin nedenleri ne? Kriz nasıl sona erecek, bizi OHAL’e götürecek mi, yeni bir çözüm süreci başlıyor mu, AYM tarafından kapatılırsa HDP ne yapacak, Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısına nasıl bakıyorlar? İşte bunlara benzer çok soruyu HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’a sordum. Sancar, krizin aslında ekonomik değil siyasi olduğunu ve temelde yönetim anlayışı ile kaynak dağıtımındaki tercihten kaynaklandığını ifade etti. Mevcut iktidar anlayışıyla yeni bir çözüm sürecinin mümkün olmadığını da ifade eden Sancar, Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısı ile kendilerinin ifade ettiği büyük barış ihtiyacının da örtüştüğünü ifade etti. Murat Aksoy Türkiye uzunca bir süredir ağır bir ekonomik kriz yaşıyor. İktidar yeni bir ekonomi modeliyle krizi aşacağını iddia ediyor. Bu program ve hedef ikna edici mi? Ekonomi sadece “ekonomi” değildir. Aynı zamanda siyasettir, toplumsal dinamiklerdir. Bunları bir arada ele almadan sadece ekonomik göstergelere bakarak bir değerlendirme yapmak yanıltıcı olur. Şu anda yaşadığımız kriz, siyasal sistemden bağımsız değildir; hatta krizin temelinde siyasal sistemin kendisi yatmaktadır. İktidar, yüksek büyüme oranlarını işaret ederek bir başarı hikayesi uydurmaya çalışıyor ve her ne pahasına olursa olsun büyümeyi sürdürmek istiyor. Büyümenin gelir dağılımında büyük bir eşitsizlik ve buna bağlı olarak geniş halk kesimleri için sürekli derinleşen bir yoksullaşma yarattığı gerçeğini gizlemeye çalışıyor. Bu modelde ısrar, her alanda ağır tahribatlara neden olacaktır. Yeni ekonomi modeliyle bu sürdürülmez mi? Düşük faiz, yüksek kur diye ifade edilen bu programla hedef, ihracatı olabildiğince arttırmaktır. İktidar bu modelle Türkiye’yi ucuz işgücü pazarı haline getirerek yabancı yatırımları çekmek ve ihracatı arttırmak istiyor. Ama sorun şu ki, ihraç edilecek ürünlerin hammaddesi büyük ölçüde ithal ediliyor. Bu da ithalat hedeflerine ulaşmayı imkansızlaştıracak. Maliyetleri düşük tutmak için geriye bir tek yol kalıyor, o da ücretlerin düşmesine neden olacak uygulamalara devam ederek ülkeyi ucuz işgücü pazarına dönüştürmek. Bunu yürütebilmek için, toplumsal ve siyasal şartları sonuna kadar zorlamak dışında bir seçeneği yok iktidarın. MUHALEFETİ BOĞMAYA ÇALIŞACAKLAR  Nasıl? Daha fazla otoriterlik, daha çok baskı. Bir yandan, ekonomik ve sosyal hakları büsbütün ortadan kaldırmak, diğer yandan baskı politikalarını yoğunlaştırarak toplumsal muhalefeti iyice boğmaya çalışmak. Halkın çok büyük bir bölümünü yoksullaştırırken, aynı zamanda toplumu nefessiz bırakmak. Kısacası çok ucuz işgücü ve çok yüksek otoriterleşme.  Buna bir tepki olmayacak mı? Zaten ciddi bir toplumsal öfke var ve bu daha da büyüyecektir. İktidar, baskı politikaları dışında yollar kullanarak da öfkeyi belli ölçülerde kontrol altında tutmayı deneyecek gibi görünüyor. Mesela memur ve işçi ücretlerine nispeten yüksek zam, emekli aylıklarının iyileştirilmesi, asgari ücrette belli oranda artış gibi. Böylece çöküşün maliyetinin ve sonuçlarının gerçek anlamda hissedilmesini bir süreliğine ertelemeyi hesaplıyordur. En azından seçimlere kadar zaman kazanmak isteyecektir.  ADİL PAYLAŞIM ÖZGÜR YAŞAM Çözüm öneriniz var mı? Ucuz işgücü - yüksek otoriterlik gibi yıkıcı bir denklem yerine, adil paylaşım - özgür ve demokratik yaşama geçiş. Ekonomi açısından bakıldığından burada asıl mesele, kaynakların kullanımı ve değerlerin paylaşımıdır. HDP olarak biz, kaynakların toplumun refahı için kullanımını, gelirin adil paylaşımını ve insanların özgürce yaşamasını sağlayacak bir modeli savunuyoruz. Kamu kaynaklarının bir avuç sermayedara ve imtiyazlı şirketlere tahsis edilmesini değil, halkın refahı için kullanılmasını esas alıyoruz. Yani kaynaklar verimsiz kullanılıyor… Evet. Üç alanda çok büyük bir kaynak talanı var. Bu düzen de baskıcı bir siyasal ortamın doğmasına neden oluyor. SAVAŞ POLİTİKASI, RANT VE ISRAF Hangi alanlarda? Birincisi hiç şüphesiz Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan savaş politikalarıdır. Bu politikalar, 2015’te Çözüm Süreci’nin sona ermesiyle çok yoğun bir biçimde devreye sokuldu. 1990’larda da benzer bir yol izlenmişti ve o sürecin de topluma her alanda maliyeti çok ağır oldu. Ülkenin kaynaklarından önemli bir pay bu politikalar için kullanıldı. Ancak resmi tahsisat yetmediği için uyuşturucu ticaretinden, kara para aklamaya her türlü kirli işin ve ilişkiler ağının önü açıldı. Devlet içinde ve devletle bağlantılı çeteleşme ve korkunç suçlar böyle ortaya çıktı. Ekonomideki çöküş de bu döngünün önemli bir sonucudur. “Susurluk” bütün bunların bir sembolüdür. 2015’ten sonraki süreçte benzer ama daha yıkıcı sonuçlar meydana geldi.  Çünkü 90’lardan farklı olarak bu iktidar, sadece ülke içinde değil Ortadoğu’da da savaş politikaları yürütüyor. Bu savaş politikalarının sürdürülebilmesi için çok büyük bir kaynak aktarımı var. Ancak meselenin boyutları bundan da ibaret değildir. Suriye’de kullanılmak üzere beslenen ve giderek başka çatışma alanlarına da yollanan çetevari örgütlerin finansmanı için yine aynı yöntemlerden yararlanıldı. Sonuç, 90’lardakini de aşan, muazzam bir kara ekonomi ve suç imparatorluğu oldu. Bugün yaşanan ağır ekonomik buhranda bu politikaların çok önemli yer tuttuğunu görmek lazım. İkincisi… İkinci alan, rant ya da yandaş ekonomisidir. Bu iktidar esas olarak büyük inşaat projeleri üzerinden ilerlemeyi ve büyümeyi öngördü ama bu konuda devlet ihalelerinin çok büyük bir kısmı başta 5’li çete olmak üzere yandaşlara verildi. Özellikle kamu özel iş birliği ile yapılan projelerin devlet garantisinde olmasından kaynaklı büyük bir talan söz konusu. Hazine garantilerinin döviz üzerinden verilmesinden dolayı da, dövizdeki artışlar bu çevrelere çok büyük kaynak transferine yol açıyor. Halkın çok büyük bir kesimi yoksulluğa ve hatta açlığa mahkum edilirken, başta yandaşlar olmak üzere bu sermaye çevreleri servetlerine servet katıyorlar. Üçüncüsü… O da israf ekonomisidir. Örneğin saray bütçesi bu israfın en önemli kalemlerinden birisi. Ancak israf derken sadece sarayın doğrudan bütçesini ve harcamalarını kast etmiyoruz. Kamuda her alana yayılmış pervasız bir israf düzeni var. Bu madalyonun da diğer yüzü, yoksulluğun derinleşmesi ve açlığın yaygınlaşmasıdır. Bu üç alandaki talan durdurulduğunda yaşadığımız ekonomik buhran kısa sürede sona erdirilebilir ve adil, halkçı, kamu yararına dayalı bir siyasal ekonomik sistem kurulabilir. “Sadece iktidarı göndermek yetmez, bu düzeni de değiştirmek lazım” derken bunu anlatmaya çalışıyoruz. FİİLİ OHAL İÇİNDEYİZ İktidarın bu yeni ekonomik programı OHAL ile ilişkilendiriliyor. Olası mı OHAL ilanı? Türkiye’nin bugün yaşadığı ekonomik bunalımda, 2015 ve 2018 yıllarının özel bir yeri var. 2015 savaş politikalarına dönüşün yılıdır; 2018 de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin. Bu gelişmelerle birlikte demokrasi ve hukuk bir kenara bırakıldı. Denetim ve hesap sorma mekanizmaları askıya alındı. Sonuç, siyasal çöküş ve derin ekonomik krizdir. Anayasa’nın 119. maddesi, “ağır ekonomik bunalım hallerinde” OHAL ilan edilebileceğini söylüyor. “İktidar bu yönteme başvurur mu?” diye sorarsanız, başvurmaz diyemiyorum, ancak bunu yapmasının kendisi açısından da ciddi riskleri var. Bir defa, ekonomide çaresizliğin ve çıkışsızlığın resmi itirafı olacaktır OHAL ilanı. Ayrıca zincirleme iç ve dış ekonomik sarsıntılar da yaratacaktır. Esasen “siyasal açıdan” OHAL’i de aşan bir düzen uzun süredir yürürlükte. Halk için ekonomi zaten “olağanüstü”nün de ötesinde. Bütün bu gerçekleri ve muhtemel karanlık manevraları dikkate alan bir siyasal/toplumsal mücadele hattı bu yüzden her geçen gün daha acil hale geliyor. Nasıl? Bu düzene karşı daha geniş bir demokrasi ittifakı kurarak. Biz bunu aylardır söylüyoruz. OHAL’İN SONUÇLARI TEHLİKELİ OLUR Peki ekonomik OHAL ilan edildiğinde ne yapabilir iktidar? Kullanabileceği araçlar çok tehlikelidir. Servet kontrolünden diğer alanlara kadar ekonomiyle ilgili/ilgisiz birçok alana kararnamelerle doğrudan ve daha fazla müdahale etme yöntemleri gündeme gelecektir. Bunların ekonomideki gidişatı daha da kötüleştireceğini öngörmek zor değil. İktidar şu an bir patikaya girmiş görünüyor. Bu patikanın sonu Türkiye için çok karanlık. Dolayısıyla toplumsal ve siyasal muhalefet olarak Türkiye’nin geleceğini, barışını, toplumun huzurunu, refahını, özgürlüğünü düşünen herkesi temel noktalarda bir araya getirebilecek ortak platformları hızla oluşturmamız gerekiyor. Bu da, geniş ve güçlü bir demokrasi ittifakıdır. Demokrasi ittifakı için Meclisteki partilerle kamuoyu önünde olanın dışında bir görüşme trafiği işletiyor musunuz? Meclis’te bulunan ve bulunmayan partilerin büyük bir kısmıyla temaslarımız var. Bu ilişkileri yürüten bir komisyonumuz mevcut. 27 Eylül’de açıkladığımız deklarasyondan sonra bu çalışmaları yoğunlaştırarak ve somutlaştırarak yürütmeye yönelik bir programı hayata geçirmeye başladık. Yine Meclis’teki partilerle de zaman zaman heyetler düzeyinde görüşmelerimiz oluyor. Bunun istisnası İYİ Parti’dir ve bu durum bizden kaynaklanmıyor. İYİ Parti’nin tercihi bu yöndedir. Açıkçası bunu çok da dert etmiyoruz. Biz esas olarak Türkiye’de demokrasiyi, refahı, barışı yani sosyal adaleti sağlayacak girişimlerin hepsinde sorumluluk üstlenmeye ve üzerimize düşen görevleri yerine getirmeye yönelik politikalar ekseninde çalışmalarımızı yürütüyoruz. Şu anda bizim demokrasi ittifakı projemiz, bir üçüncü seçenek olarak somut bir biçimde ilerliyor. Toplumun çok çeşitli kesimleriyle doğrudan görüşmelere devam ediyoruz. HUKUKİ DEĞİL SİYASİ DAVA Diğer yanda HDP kapatma davası ile karşı karşıya. Davada durum nedir? Dava, şimdilik rutin bir seyirde işliyor. Biz sağlam argümanlara dayalı güçlü bir ön savunma hazırladık ve mahkemeye sunduk. Sonrasında Başsavcı esas hakkındaki mütalaasını sundu. Bu mütalaa henüz bize tebliğ edilmedi. Şimdi esas hakkındaki savunma aşamasına geliyoruz. Ancak bu dava hukuki değil siyasidir. Dolayısıyla hukuksal çalışmaları ciddiye almakla beraber, davaya karşı esas savunmanın siyasi mücadele olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Bu nedenle savunmamızı, demokratik siyasetin her alanında halkla ve demokrasi güçleriyle birlikte yapıyoruz ve yapacağız. Bakın bu dava ne zaman açıldı? 17 Mart 2021’de. Peki niye bu tarih seçildi? Çünkü 18 Mart’ta MHP’nin olağan kongresi vardı. Bu açıdan kapatma davasının siyasi taşıyıcısı MHP’dir. Kampanyanın öncülüğünü de esas olarak MHP üstlendi ve bunu sürekli tehdit, şantaj diliyle yaptı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nı bile tehdit etti. Şimdi de aynı şeyi AYM ve üyeleri için yapıyor. Sonuç olarak ilk iddianamenin hukuki dayanaktan ne kadar yoksun olduğunu AYM iade gerekçesinde başsavcılığa iletti. Sonra yeni iddianame hazırlandı… Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı iddianameyi sözüm ona düzenleyip yeniden AYM’ye sundu. Peki hangi tarihte? TARİH TERCİHLERİ BİRER MESAJ Hangi? 7 Haziran. Başka hiçbir gün yokmuş gibi 7 Haziran’da. Sembolik tarihler üzerinden niyetlerini saklamaya gerek bile görmediler. Mesaj mı veriyorlar? Hiç şüphesiz. Bu dava bir rövanş davasıdır, bir siyasi intikam ve tasfiye operasyonudur.  Uzun süredir devam eden siyasi darbe projesinin kritik bir kavşağıdır. Bütün bu siyasi sürece rağmen biz, hukuki olarak güçlü argümanlarla savunmamızı yaptık. Ben, AYM üyelerinin çoğunluğunun vicdani kanaatlerle ve hukuki kaygılarla hareket edeceğine dair inancımı hala koruyorum. Önümüzdeki dönemde karşılaşacağımız temel meselelerden birinin AYM’ye yönelik yoğun baskı ve kuşatma olacağını düşünüyorum. Kanımca, AYM’de vicdanla ve evrensel hukuk standartlarına göre hareket etmek isteyen üyelerin sayısı az değil. Bu üyelerin vicdanla ve hukuki gerekçelerle karar vermelerini sağlayacak geniş bir toplumsal destek yaratmak gerekiyor. Bu da demokrasi ittifakının hedeflerinden biri olmalıdır. Peki kapatma kararı çıkarsa.. Kapatma kararı çıkarsa birden fazla seçeneğimiz var. Şu anda Türkiye’de geleceğin, demokrasi, barış ve adalet üzerine inşa edilmesi konusunda anahtar bir güç olduğumuzun farkındayız. Bu sadece retorikten ibaret bir değerlendirme değildir. Sosyolojik ve siyasal olarak böyle bir rolümüz, böyle bir konumumuz var. Türkiye’de toplumsal barışı sağlayacaksak Kürt sorununun demokratik çözümü için yol bulmak zorundayız. Bu iktidarın temel politikası, Kürtleri siyasal güç ve özne konumundan çıkarma üzerine kuruludur. Bunu kapatmayla yapabileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. B planınınız var yani? Bütün hukuksal yöntemleri ve demokratik siyaset imkanlarını bir arada değerlendiriyoruz. Yani bu önemli sosyolojik ve siyasal gücü, Türkiye toplumunun tümünün kazanacağı bir etkiye dönüştürme kararındayız. Gerçekten esas hedefimiz bu. KUŞKU VARSA GİDERMEK DURUMUNDAYIZ Size karşı toplumda bir kuşku olduğuna inanıyor musunuz? Eğer varsa bunu gidermek durumundayız. Toplumun çeşitli kesimlerinde kaygılar olabilir ama toplumun bize inanması için her türlü çalışmayı yapmaya hazırız. Kapatma kararı ihtimalini göz ardı etmiyoruz. Böyle bir karar çıkarsa hem demokratik siyasette hem de önümüzdeki seçimlerde, sosyolojik ve siyasal gücümüzü Türkiye’de demokrasi, barış ve adalet için kullanacağımız yöntemleri mutlaka buluruz ve değerlendiririz. HDP’nin sayısal gücünün ne kadar anahtar konumda olduğunu herkes biliyor. Biz bunu bir kibre dönüştürme eğiliminde asla değiliz. Yani “biz anahtar partiyiz, herkes bize mecbur, dolayısıyla herkes kendini buna göre ayarlasın” gibi bir anlayışımız yok. Ne kibrimiz var ne de birilerine şantaj mesajı gönderme ya da ayar verme gibi bir yaklaşımımız. Siz demokrasi kazanırsa biz de kazanırız diyorsunuz sanırım… Böyle de diyebilirsiniz, ama tersi daha doğru sanki. Yani biz kazanırsak demokrasi kazanmış olacak. İktidar bugün bu kadar büyük bir siyasi kriz içindeyse HDP’ye boyun eğdiremediği içindir. Bunun anlamı şudur: Toplumsal muhalefetin dinamik kalmasını sağlayan ana kaynak olarak biz, bütün baskılara ve kumpaslara rağmen gücümüzü büyüterek varlığımızı sürdürüyoruz. Bu noktada iki tarihi anmak isterim. Biri 7 Haziran 2015 genel seçimi, ikincisi de 31 Mart ve 23 Haziran 2019 yerel seçimleri. Evet, biz kaybettirecek potansiyele sahip olduğumuzu biliyoruz ama biz sadece kaybettirme üzerine politika yapmıyoruz ve yapmayacağız. Bizim amacımız, bu iktidarın gitmesi ve bu düzenin değişmesidir. Gücümüzü bu yönde kullanırken esas hedefimiz, bu ülkenin geleceğini demokrasi, barış ve adalet üzerine inşa etmenin yollarını açmaktır ve burada kurucu siyasi özne olarak rol oynamaktır. Yani deklarasyonumuzda dediğimiz gibi “hep birlikte kazanalım” istiyoruz. KARA PROPAGANDA VAR Toplumda size karşı bir güvensizlik olup olmadığını sorduğumda görüyorum ki somut kaygılardan biri de siyasi iktidarın yaklaşan seçimi kazanmak için yeni bir çözüm sürecini başlatması... Sizce yeni bir süreç mümkün mü? Eğer kast ettiğiniz, bizim iktidarla seçimlere dönük bir uzlaşma senaryosunun içinde yer alacağımız ise, ki sorudan ben bunu anlıyorum, burada bir kötü niyet olduğunu ve bunun bir kara propaganda halini aldığını belirtmem lazım. HDP olarak politik duruşumuz ve söylemlerimizle yeterince cevap vermişken hala bu tür spekülasyonların yürütülmesi hakikaten tuhaf. Ama var… Nerelerde var bilmiyorum ama madem öyle diyorsunuz, bir kez daha anlatayım. Öncelikle eski model bir çözüm sürecinin Kürt sorununa demokratik çözümü sağlayamayacağına dair görüşümüz nettir. Yani kapalı devre biçimde HDP ile iktidarın bir masa etrafında görüşmeler yürüterek çözüme varılamayacağını önceki süreç bize gösterdi. Eğer iktidar, Kürt sorununda çatışmaları durduracak ve çözümün yolunu açacak bir hamle yapmak isterse burada samimiyet testi yerine bazı sorular sorarız: Gerçekten bu konuda toplumunun en geniş kesiminin dahil olmasını sağlayacak ve geniş bir toplumsal desteğe dayanacak bir yöntem öneriliyor mu? YENİ SÜREÇ OLACAKSA ADRES PARLAMENTO OLMALIDIR Yani… Daha önce de defalarca belirttik, çözümün adresi parlamento olmalıdır diye. Çünkü çözüm için mekanizmaların kurulması, şeffaf ve güvenceli bir şekilde işlemesi için esas görev ve yetki parlamentodadır. Yani çözümün zemini, en geniş toplumsal meşruiyet ve destek ile Meclis merkezli, demokratik siyaset eksenli bir yöntem; en geniş katılım, şeffaflık ve güvence. Burada bir önemli konu da böyle bir sürecin seçimler için araçsallaştırılmasına izin vermeyeceğimiz gerçeğidir. Yani seçim kazanmak için “çözüm süreci” adı altında yapılacak manevraları görecek ve buna karşı tutum oluşturacak siyasi birikime de tecrübeye de sahibiz. Bu yüzden siyasi iktidar böyle bir şeye tevessül etsin etmesin, demokrasi güçlerinin Kürt sorunun demokratik zeminde çözümünü gündemine alması önemlidir. Bu da Türkiye’nin demokratikleşmesi ile bağlantılıdır. Bunun yolu, barışı toplumdan hareketle kurmaktır, tabandan inşa etmektir. En geniş demokrasi ittifakı aynı zamanda büyük bir barış hareketi olmalıdır. Türkiye’nin büyük bir barış hareketine ihtiyacı var. Eğer biz, genel olarak toplumsal barışı özel olarak Kürt sorununda demokratik çözümü geniş bir toplumsal sahiplenmeye dönüştürecek güçlü bir demokrasi ittifakı ve ortak hareket birlikteliği oluşturabilirsek bu spekülasyonların tamamı anlamını yitirecektir. Biz Kürt sorununun çözümündeki her aşamayı ve her boyutu Türkiye’de demokrasi güçleriyle birlikte yönetmek istiyoruz. Bunun, geleceğin demokrasi, barış ve adalet üzerine inşası için de çok önemli olduğunu düşünüyoruz. İKTİDAR KÜRT SORUNUNDA DEMOKRATİK ADIM ATAMAZ Bu demokratik güçler içinde siyasi iktidar yok o zaman? Bugünkü politikasıyla, bugünkü ittifakları ve angajmanlarıyla siyasi iktidarın Kürt sorununda demokratik çözüme yönelmesinin imkanları görünmüyor. Karşımızdaki tablo böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını gösteriyor. Tam tersine bu iktidar, bütün demokratik mekanizmaları tıkayıp sürekli baskıcı, militarist politikalar yürüterek çözümün aksi yönünde konumlandığını gösteriyor. Özgürlükçü değil otoriter, çözümcü değil savaşçı, toplumsal barışı değil ayrıştırmayı, kutuplaştırmayı, düşmanlaştırmayı esas alan bir anlayışa sahip ve bunu her vesileyle ortaya koyuyor. Böyle bir anlayışta Kürt sorununun demokratik çözümüne yönelik bir politikanın ve programın yeri de olmaz. HELALLEŞME ÇAĞRISINI ÖNEMLİ BULUYORUM Dediniz ki, Türkiyenin büyük barışa ihtiyacı var. Bu noktada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlunun helalleşme çağrısını nasıl buluyorsunuz? Bu barışı sağlayacak en önemli unsurlardan birisi Kürt sorununda demokratik çözüm ve buna bağlı olarak çatışmaların tamamen ortadan kalacağı bir çerçevedir. Fakat Türkiye’de toplumsal barışın bozulduğu başka alanlar da var. Yani çeşitli fay hatlarıyla toplumun ayrıştırılmak istendiğini görüyoruz. İktidar, ayrıştırma, düşmanlaştırma, kutuplaştırma anlayışıyla belli bir toplumsal desteği konsolide etmeyi hedefliyor. Bunu boşa çıkarmak lazım. Tam bu noktada Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çıkışını, iktidarın bu politikasına bir itiraz, daha doğrusu bu politikayı reddetmeye yönelik bir niyet ve hamle olarak görüyorum ve önemli buluyorum. Ancak bunun ötesinde Türkiye’de yüzleşme meselesinin çok daha kapsamlı bir alan olduğunu da unutmayalım. Yüz yıllık geçmişin içinde çok boyutlu travmalar ve derin yaralar var. Bunları özenle işlenmiş kapsamlı bir programla ele almak, yaraların iyileşmesini sağlamaya yönelik yol ve yöntemler bulmak zorundayız. Elbette bütün sorunları bir anda ve toptan çözebileceğimizi düşünmüyoruz ama büyük barış derken belli bir program üzerinden gitmeyi önemli buluyoruz. RIZALIK ALMA ZAMANI Ne olacak bu programda? Yüzleşme büyük barışın çok önemli bir kaynağı olacaktır. Her bir dönem için uygun kurumsal ve siyasal mekanizma ve model önerileri içeren çalışmalarımız var. Bu konuda çeşitli ülkelerin ve toplumların deneyimlerinden oluşan büyük bir evrensel birikim mevcut. HDP olarak biz bunun üzerinde elbette çalışıyoruz. Öte yandan yaşadığımız coğrafyanın kültürel zenginliği içinde yararlanabileceğimiz yollar ve kavramlar olduğunu da görmemiz lazım. Helalleşme bunlardan biridir. Anadolu ve Mezopotamya kültüründe yüzleşme meselesinde ilham alabileceğimiz kavramlardan, izlenecek yöntemlere kadar farklı kültürel kaynaklara başvurulabileceğine inanıyorum. Mesela bunlardan bir tanesi Alevi kültüründen gelen “Rızalık” kavramıdır. Açabilir misiniz? Alevi kültüründe “rızalık” çok önemli bir kurumdur. Rızalığın üç türü olduğu söylenir. Bunlardan biri “toplumsal rızalık”, biri “kişinin kedisinden rızalığı”, diğeri de “yol rızalığı”. Bütün bunlardan “toplumsal barışa” güçlü ve güvenilir bir yol açıldığına inanılır. Türkiye’de büyük barışı, öncelikle mevcut iktidarın da yoğun olarak kullandığı düşmanlaştırma, ayrıştırma, kutuplaştırma politikalarına ve yaraları canlı tutarak geleceğe nefret olarak transfer eden anlayışına karşı çıkarak inşa edebiliriz. Eğer böyle bütünlüklü bir bakışı şu anda sağlayabilirsek bunun üzerinden adım adım ilerlememiz mümkündür. Yöntemlere dair çok şey söyleyebilirim; çünkü bu alanda epeyce çalıştım. Mesela Afrika kültüründe “ubuntu” diye bir kurum vardır. Güney Afrika’da Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu oluşturulurken bu kültürel kaynaklardan da yararlanılmıştır. Biz yeter ki geleceği barış, demokrasi ve adalet üzerine kurma konusunda ortak irade gösterelim. O zaman nereden başlayacağımız konusunu da, büyük barışı inşa etmek için nasıl ayrıntılı bir program oluşturabileceğimizi de daha kolay konuşabiliriz, daha güçlü ilerleyebiliriz. Helalleşme ve rızalık almayı da kapsayan bir yüzleşme yani… Bunu başarabilirsek, büyük bir toplumsal irade yaratma ve büyük barışı inşa etme yolunda önemli mesafe kaydedebiliriz. Tekrar söylüyorum; bizim yüzleşmeden kastımız geçmiş yaraları deşmek ve oradan yeni öfkeler yaratmak değildir. Yaraları iyileştirecek bir gelecek projesi kurmaktır. Yaraları yok sayarak, iyileşme ihtiyacını bir kenara koyarak geleceği barış, demokrasi ve adalet üzerine kurmamız imkansızdır. Esas meselemiz geleceğe bakmak olmalıdır. Çünkü geçmiş sadece geçmiş değildir. Geçmiş aynı zamanda bugündür. Geçmiş aynı zamanda yarındır. Geçmişle Hesaplaşma kitabımın ön sayfasına koyduğum epigraf şöyledir: “İyileşecek yaralar olduğu sürece, geçmiş bugün olarak kalır.” KONU ADAY DEĞİL İLKELER  Önümüzde seçim var. Sizin Cumhurbaşkanlığı konusunda pozisyonunuz nedir? Aslında 27 Eylül deklarasyonumuzda bu konudaki tutumumuzu açıkça ortaya koyduk. Biz tartışmaları adayın ismi ve adayın özellikleri üzerinden tartışmayı faydalı bulmuyoruz. Tam tersine adayın kimliği ve nitelikleri üzerinden ya da bunlarla sınırlanmış bir tartışmanın muhalefet için çeşitli tuzaklar içerdiğini düşünüyoruz. Bizim için önemli olanın diyalog olduğunu hep söylüyoruz. Millet İttifakı’nın da içinde olduğu siyasal muhalefet, eğer cumhurbaşkanlığı seçimine diyalog çerçevesinde yaklaşırsa buradan gerçekten olumlu sonuçlar çıkar. Bakın, ilk olarak seçim ve sandık güvenliğini hemen şimdi gündemimize almalıyız. İkinci olarak, az önce ana hatlarını çizdiğim geleceği inşa etme hedefini hangi temel ilkeler üzerine oturtacağımızı konuşmalıyız. Üçüncü olarak da bir geçiş sürecinde ihtiyaç duyulacak acil tedbir ve düzenlemelerin neler olabileceğini konuşmalıyız. Cumhurbaşkanının hangi yöntemle nasıl bir yetki çerçevesi içinde hareket edeceği konusunda mutabakat sağlamalıyız. Eğer bütün bunları konuşabilir ve bir sonuca varabilirsek, aday meselesinin bir sorun olacağını düşünmüyoruz. İsmi, bütün bu temel uzlaşı noktalarından sonra konuşmak lazım. HDP aday çıkaracak mı ya nasıl bir adayı destekleyecek? Biz yukarıdaki temel tartışmalar konusunda uzlaşma sağlanmadan aday, isim vb. konularda konuşmamakta kararlıyız. Sonuç olarak bir karar vereceğimiz zaman tabanımızla, teşkilatlarımızla ve demokrasi güçleriyle konuşup sorup öyle karar vereceğiz. ÖZELEŞTİRİ SADECE BUNU İFADE ETMEK DEĞİLDİR Gerek bir önceki çözüm süreci gerekse 7 Haziran 2015 seçimi sonrası parti olarak bir iç tartışma yaşadınız mı? Yaşandıysa bu politikalarınıza nasıl yansıdı? Bu konuların her zaman farklı vesilelerle gündeme geldiğini ve tartışıldığını tahmin etmek zor değildir. Elbette konuşuluyor bunlar. Ancak bu meseleleri sadece bir özeleştiri konusu olarak görmek konuya eksik yaklaşmak sonucunu doğurur. 2015’ten sonra içine girdiğimiz süreçte özgür bir ortamda değerlendirme yapma imkanları da büyük ölçüde da yok edildi. Evet yüzleşmenin bir boyutu kendiyle yüzleşmedir. Burada bize de düşen görevler elbette vardır. Şayet sistemli bir toplumsal müzakere ve diyalog zeminini yaratabilirsek hem bizim hem çeşitli toplum kesimleri hem de muhalefetteki bütün diğer aktörler için daha güvenilir bir değerlendirme ve özeleştiri imkânı ve iradesi doğacağına inanıyorum Siyaset değişikliği de bir özeleştiri midir? Özeleştiri mutlaka sözle olmak zorunda değildir. Özeleştiri aynı zamanda politikayla, faaliyetlerle, tavır ve tutumlarla da yapılabilir. Muhasebe, yanlışlardan eksiklerden ders çıkarma, bunları politikalarına yansıtarak toplumla paylaşma, bir özeleştiri yöntemidir. Bizde özeleştiri dendiğinde ne yazık ki “ben şunu yanlış yaptım, bunu yapmamalıydım” şeklindeki bir yöntem anlaşılıyor; bu en basit ve etkisiz yöntemdir. O nedenle ben HDP dahil bütün aktörler için bu ağır şartlarda esas olarak siyasal pratiğe bakmak gerektiğini öneriyorum. Daha açık konuşacağımız şartları yaratmak için de demokrasiyi, barışı ve adaleti getirmeliyiz. BİLGEN İLE YOLA DEVAM ETMEK İSTERDİK Son olarak Ayhan Bilgen’in istifasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncelikle Ayhan Bilgen bizim partimize önemli katkılar sunmuş bir arkadaşımızdır. 2007’de “Bin Umut Adayları” süreciyle bu çalışmalara girdiğini kendisi de söylüyor. Evet önemli görevlerde de bulundu, önemli katkılar da yaptı. Kendisine bu açıdan teşekkür ediyorum. Ayhan Bilgen, son zamanlarda kamuoyunda HDP’ye yönelik eleştiriler dile getiriyordu. Birlikte yürümek için kendisiyle diyaloğumuzu sürdürdük. Birlikte yürümek için epey çaba harcadık, ancak kendisi bu yolu tercih etti. Bu da onun takdiridir. Kendisine çalışmalarında ve yeni yolunda başarılar diliyoruz.