Evrenle savaşarak değil, onunla iş birliği içinde olarak daha büyük bir uyumu yakalayabiliriz. Kişinin bireysel amacı, evrensel akışla birleştiğinde o zaman anlam sorunu ortadan kalkacaktır.
Mutluluk, TDK sözlüğünde “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik” olarak tanımlanıyor.
Tanımı bu kadar geniş tutunca tabi dünyada mutlu insan kalmıyor. Onun yerine biz daha dar anlamıyla ve ulaşılabilir bir mutluluk tanımı yapmaya çalışalım.
Akış* adlı kitabında Mihaly Csikszentmihalyi, mutluluk kavramını şöyle tanımlıyor: "Mutluluk, aslında her bir kişi tarafından hazırlanılması, yetiştirilmesi ve özel olarak savunulması gereken bir koşuldur. Kendi iç deneyimlerini kontrol etmeyi öğrenen insanlar, hayatlarının kalitesini belirleyebilirler ve bu da her bir bireyin mutlu olmaya en çok yaklaşabileceği durumdur."
İnsanların kendilerini en iyi hissettiği anlar, genelde zor ve değerli bir şeyi başarmak için bedenlerini ve zihinlerini gönüllü bir çabayla sınırlarına kadar zorladıkları anlardır. Bu, örneğin bir çocuk için bu o zamana kadar yaptıklarından daha yüksek bir kule yapmak, bir yüzücü için kendi rekorunu kırmak, bir kemancı için karmaşık bir müzik eserinde ustalaşmak olabilir.
Yazar, bu durumu ifade etmek için 'akış' kavramını kullanıyor. Buna göre akış, insanların bir şey yaparken kendilerini kaybettikleri, başka hiçbir şeyin öneminin olmadığı durumlar için kullanılıyor.
Çoğu insan için bu türden faaliyetlerin oldukça sınırlı olduğunu biliyoruz. Özellikle insanlar çeşitli beklentilerle çok fazla çabalayıp içinde bulundukları andan zevk almayı bıraktıklarında mutlu olma şanslarını da büyük ölçüde kaçırıyorlar. Bu nedenle insanların dışsal ödüllerden kurtulup ilgilerini kendi kontrolleri altındaki olaylara yönlendirmeleri beklenir.
Bunun için de bilinç ve dikkat gerekir. Aynı anda hem koşup hem şarkı söyleyip hem de kitap okuyamayız. Bunun için dikkatimizi o an yaptığımız işe vermek durumundayız.
Dikkat; hatırlama, düşünme, hissetme, vb. gibi birçok zihinsel olayın gerçekleşmesi için gereklidir ve bilinçte nelerin görünür olup olmayacağını belirler. Bu nedenle dikkati ruhsal (psişik) enerji olarak da düşünebiliriz.
Bilinci olumsuz yönde etkileyen en önemli etken, ruhsal enerjinin düzensizliği yani bir iş yaparken dikkatimizi dağıtan şeylerdir. Bu duruma oluş koşullarına göre acı, korku, öfke, endişe, kıskançlık vd. gibi çeşitli isimler veririz. Tüm bu duygular dikkatimizi dağıtır ve bu da akış halinde olmamıza engel olur.
Pasif eğlence hiçbir yere götürmez. Bu tür aktivitelerin çoğu aslında bizi mutlu etmek için oluşturulmamıştır. Amaçları, bir başkasına para kazandırmaktır. Bu tarz faaliyetler, sadece pasif olarak yapıldığında zihin için birer parazitten başka bir şey değildir.
ZEVK VS HAZ
Bu noktada yaşantımız için temel olan iki önemli kavram karşımıza çıkıyor: Zevk ve Haz.
Zevk, biyolojik veya sosyal ihtiyaçlarımız karşılandığı durumlarda hissettiğimiz memnuniyet duygusuna verilen isimdir. Zevk, hayat kalitemiz için önemli bir etkendir ama kendi başına mutluluk getirmez ve psikolojik bir gelişme sağlamaz.
Buna karşın insanlar hayatlarını neyin yaşamaya değer kıldığını biraz düşündüklerinde hoş anıların ötesine geçip diğer bazı temel olayları hatırlamaya başlarlar. Bu kategoriye giren deneyimlere de 'haz' diyoruz.
Haz alınan olaylar, kişi sadece bir beklentiyi ya da ihtiyacı karşıladığında değil aynı zamanda planlanan şeyin ötesine geçip beklenmedik bir şey başardığında meydana gelir.
Zevk veren deneyimler de haz verici olabilir ama bu iki his farklıdır. Örneğin yemek yemekten herkes zevk alır. Ama gurmeler bu süreçten haz da alırlar. İnsan yemeye ve pişirmeye bir macera olarak ve merakla yaklaşırsa ve yiyeceklerin potansiyellerini keşfetmeye çalışırsa bu bir hazza dönüşebilir. Haz yalnızca dikkatin özel bir biçimde kullanılmasıyla gerçekleşir.
Zevk çok kolay unutulan bir şeydir ve özün gelişmesine katkı sağlamaz. Buna karşın haz, ruhsal enerjinin yeni ve daha geliştirici hedeflere harcanması sonucunda oluşur.
Bu anlamda dışarıdan zevk veren etkenlerden çok insanın kendi kişisel motivasyonuna dayalı faaliyetlerinin sonucunda alınan haz daha kalıcı ve değerlidir.
Haz, ne yaptığımıza değil, bunu nasıl yaptığımıza bağlıdır.
POPÜLER EĞLENCE VE TELEVİZYON
Genelde zihnimiz üzerindeki kontrolümüz azdır. Hareketlerimizin çoğu alışkanlıklarımızdan oluşur. Buna karşın eğer dikkatimizi vereceğimiz özel bir şey olmadığında zihnimiz rastgele şeylerle ilgilenir ve genellikle de acılı veya rahatsız edici bir şeyleri düşünmeye başlar. Bir insan düşüncelerine nasıl düzen vereceğini bilmiyorsa dikkat böyle anlarda en sıkıntılı düşüncelere yönelir.
İnsanlar bu durumdan kaçınmak için zihinlerini bazı şeylerle doldurmak isterler. Örneğin zevk vermemesine rağmen zamanın büyük kısmını televizyon izleyerek geçirirler. Böylece o an için kendilerini rahatsız eden kişisel düşüncelerden uzaklaşmış olurlar ancak bir kere bu bunu alışkanlık haline getirince vazgeçmek neredeyse olanaksız hâle gelir.
İnsanların kendi zihinleri üzerinde bir kontrol mekanizması yoksa medyanın çok çabuk kölesi olurlar. Politikacılar ya da dolandırıcılar tarafından çok kolay manipüle edilebilirler. Satacak bir şeyi olan herkes tarafından suistimal edilip alıcı hâline gelirler. Eğer insanlar televizyona, uyuşturucuya, politik veya dini kurumların aldatıcı çağrılarına inanıyorlarsa bunun nedeni, zihinsel anlamda sırtlarını dayayacak çok az şeylerinin olmasıdır.
Çoğunlukla zamanımızı spor yapmak yerine her hafta statlarda veya televizyonlarda ünlü sporcuların oyunlarını izleyerek geçiriyoruz. Müzik/film yapmak yerine müzisyenler/artistler tarafından yapılan kayıtları/filmleri dinliyoruz/izliyoruz. Sanat yapmak yerine başkalarının satın aldığı tablolara bakmaya gidiyoruz. Çoğu zaman kendi adımıza harekete geçmek için bir şey yapmıyoruz ama her gün saatlerce macera yaşıyormuş gibi yapan ve sanal bir eyleme katılan kişileri izliyoruz.
Ancak bu katılım yapaydır. Becerilerin kullanımıyla ortaya çıkan gerçek bir hazzın oluşmasına da engel olur. Pasif eğlence hiçbir yere götürmez. Bu tür aktivitelerin çoğu aslında bizi mutlu etmek için oluşturulmamıştır. Amaçları, bir başkasına para kazandırmaktır. Bu tarz faaliyetler, sadece pasif olarak ve özellikle dışsal nedenlerle (gösteriş gibi) yapıldığında zihin için birer parazitten başka bir şey değildir.
Bir toplumun gelişkinliği, insanlara hayatlarının mümkün olduğunca çok yönden zevk almaları için tanıdığı şanslar ve daha da büyük hedeflere ulaşmaları için potansiyellerini geliştirmelerine izin vermesi ile ölçülür.
YİNE VE YENİDEN GENÇLER
Mutlu olmak için hayattan zevk alırken bir yandan da kendimizi geliştirmemiz gerekmektedir. Bu, karşımıza çıkan her bir zorluğu canımızı sıkacak bir engel olarak değil de öğrenmek ve becerileri geliştirmek için bir fırsat olarak görmek anlamına gelir.
Bir toplumun gelişkinliği, insanlara hayatlarının mümkün olduğunca çok yönden zevk almaları için tanıdığı şanslar ve daha da büyük hedeflere ulaşmaları için potansiyellerini geliştirmelerine izin vermesi ile ölçülür. Benzer şekilde bir okulun değeri, öğrencilerine ömür boyu öğrenmenin hazzını aktarabilme gücüne bağlıdır.
Bu anlamda toplumun temeli olan gençlerin de mutlu bir hayat yaşamaları için potansiyellerini ortaya çıkarabilecekleri ve sürekli kendilerini geliştirebilecekleri bir ortama sahip olmaları gerekir. Ancak ne yazık ki bugün dünyada gençlerin yaşam alanlarının (okul, dinlenme, çalışma vs.) çoğu, yetişkinlerin kontrolü altında olup gençlerin katılımına çok az yer verilmektedir.
Bu nedenle gençler, çoğunlukla zihinlerini kontrol etmeyi ve kendi potansiyellerini keşfetmeyi öğrenemiyorlar. Özellikle rekabet ve sorunlu eğitim sistemleri nedeniyle geliştirici becerileri eksik kalıyor ve daha da önemlisi hayattan zevk almayı hiç öğrenemiyorlar. Bu nedenle de kaçış olarak sorunlu birtakım faaliyetlere yöneliyorlar. Çoğu zaman buldukları tek çıkış; vandalizm, suç, uyuşturucu, serserilik ya da hayatta olduklarını kanıtlamak için narsistik iç gözlemler ve depresyon oluyor.
Kendi gelişimleri için olanakları bulamayan kişilerin şiddet ve suça çekilmesi kolaydır. Bu şekilde davranan gençleri eleştirmenin ve kendilerine çeki düzen vermelerini söylemenin bir anlamı yoktur. Yapılması gereken şey, onların kendi potansiyellerini bulup geliştirecekleri ortamları yaratmak ve bu konuda onlara örnek olmaktır.
Bireylerin bilinci değişmeden hiçbir sosyal değişim gerçekleşemez. Dünyayı nasıl değiştireceği sorulan bilgenin verdiği cevaptaki gibi: “Kendini değiştir. Bu şekilde dünyadan bir alçak azalır.”
Bir insan hayatta ne istediğini öğrenme zahmetine girmemişse o zaman eylemlerini anlamlı biçimde planlayamaz. Ancak bunun sonucunda bireyin ödeyeceği bedel, muhtemelen boş ve anlamsız bir hayat olacaktır.
ANLAM
İnsanın tüm varoluşunu mutluluğa dönüştürmek için sadece bilincin o anki durumunu kontrol etmeyi öğrenmesi yeterli değildir. Bunun için günlük olayları mantıklı kılacak, genel bir hedefler bağlamına da sahip olması gerekir. Bu açıdan hayata anlam vermek önemlidir.
Peki hayatın anlamı nedir?
Bir insan, hayatı için yeterince değerli bir hedef belirlediğinde, bu amacı gerçekleştirme niyetiyle kararlı bir şekilde çaba ortaya koyduğunda ve tüm bu yaptıkları ona haz verdiğinde bir uyum yakalar. İsteklerini bilen ve onları başarma amacıyla çaba harcayan bir insan hisleri, düşünceleri ve eylemleri ile uyumlu bir insandır. Amaç, kararlılık ve uyum; hayatımızı bir bütün hâline getirir ve onu mutlu bir akış deneyimine dönüştürerek ona anlam verir. Bilinci bu kadar düzenli olan birisi, beklenmedik olaylardan ve hatta ölümden korkmaz. Yaşadığı her an anlamlı ve çoğu zaman haz verici olur.
Bir anlam sistemi inşa etmek için ilk adım olarak kişi, bireysel ihtiyaçlarına odaklanır. Temel yaşamsal ihtiyaçları karşılandıktan sonra dikkatini toplumun hedeflerine (aile, doğa, çevre, bilim, ülke, insanlık vs.) harcamaya başlayabilir. Bu şekilde insanın özü daha da gelişir. Toplumla buluşmanın ardından kişisel potansiyelinin sınırlarını anlamanın zorluğunu hisseden ve kendini gerçekleştirmek isteyen insan, farklı beceriler, fikirler elde etmek için uğraşır ve dikkatini tekrar özüne yöneltir.
Artık körü körüne uyum sağlamayan, ne olduğunu bilen, özgür bir bilince sahiptir. Tek başına neleri yapabileceğini ve neleri yapamayacağını keşfeden insan, daha büyük olan bir sistemle (fikir, düşünce akımı, idealler, doğa, bilim, toplum vs.), diğer insanlarla ve evrensel değerlerle yeniden birleşir. Bu şekilde bireyselleşmiş kişi, bilinçli olarak kişisel çıkarlarının daha büyük bütünün toplumsal/evrensel çıkarlarıyla birleşmesine olanak tanır.
İnsan, böylece kendine güvenen, bağımsız, eşsizliğinin ve sınırlarının farkında olan birisi hâline gelebilir. Aynı zamanda kendi bireyselliğinin sınırlarının ötesindeki güçleri tanıma, anlama ve onlara uyum sağlama yöntemlerini bulmak için çaba harcar. Bir insan hayatta ne istediğini öğrenme zahmetine girmemişse o zaman eylemlerini anlamlı biçimde planlayamaz. Ancak bunun sonucunda bireyin ödeyeceği bedel, muhtemelen boş ve anlamsız bir hayat olacaktır.
Sonuç olarak; kendimizi birbirimizden ve çevremizden farklılaştırarak özgürleştirdiğimiz gibi zor kazanılmış bu bireyselliğimizi kaybetmeden, kendimizi çevremizdeki diğer varlıklarla (insanlar, hayvanlar, doğa, çevre, bilim vs.) yeniden birleştirmeyi öğrenmeliyiz. Bu noktada insanın iradesinin sınırlarını anlaması ve evrenin sahibi değil, yalnızca onun bir parçası olduğunun farkına varması çok önemlidir. Evrenle savaşarak değil, onunla iş birliği içinde olarak daha büyük bir uyumu yakalayabiliriz. Kişinin bireysel amacı, evrensel akışla birleştiğinde o zaman anlam sorunu ortadan kalkacaktır.
*Akış, Mutluluk Bilimi, Mihaly Csikszentmihalyi, Buzdağı Yayınevi, 2018