Son 150 yılın fikirsel tartışmalarının merkezinde yer alan ‘sosyal demokrasi’, geçirdiği evreler göz önüne alındığında değişim rüzgârlarından doğrudan etkilenmiş siyasi bir harekettir. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, batılı kapitalist ülkelerin gelişimlerinde tartışmasız belirleyici olan emperyalist politikalar (üretim sanayinin ucuz işgücünün olduğu ülkelere kaydırılması, buraların yabancı sermaye tarafından sömürülmesi), sömürülen coğrafyalardan elde edilen artı değerle kapitalist ülke işçi sınıflarını, sistem karşıtlığından sistemin destekçisi konumuna dönüştürmüş; söz konusu dönemde kapitalist sistem karşıtı siyasetin merkezi olan sosyal demokrasi de bu dönüşüme aynı hızla uyum sağlamak zorunda kalmıştır. Emperyalist konuma geçmiş batılı kapitalist ülkeler, sömürü coğrafyaları aracılığıyla edindikleri zenginlikleri ve ‘sosyal refahı’, tabana da başta çalışma şartlarının iyileştirilmesi ve örgütlenme hakkının yasalaştırılması şeklinde yansıtmış; böylece başta işçi sınıfı olmak üzere kapitalist üretim sisteminde ‘sistem karşıtı’ sınıflar, sistemle sorunu olmayan, emperyalist politikaları çıkarına gören bir hale gelmiştir.
Sosyal demokrat hareketin bu değişimi özellikle Almanya’nın Sosyal Demokrat Partisi’nin (SDP) tarihinden net olarak gözlemlenebilmektedir. Özet olarak bu tarih; 19. Yüzyılın sonlarında Marksizm ile güçlü bağları olan Alman Sosyal Demokrat Parti, Almanya’nın Bismarck döneminde bütünleşmesini sağlayıp, sömürgeciliğe yönelmesiyle işçi sınıfının ‘memnunlar’ safhasına geçmesiyle milliyetçi, şoven eğilimlere kapı aralamıştır. Oysa aynı dönemde sosyalist ve sosyal demokrat hareketlerde yoğun tartışılan konuların başında, “Afrika, Hindistan gibi coğrafyalarda batılı kapitalist ülkelerin sömürüsünün, kapitalizmin damarlarına kan pompalayan merkezler haline geldiği ve bu sömürü düzeninin sonlandırılmasının kapitalizmin sonu, sosyalizmin geleceğini belirlemesi” gelmekteydi. Bu dönemde verilen sınav, sosyalist ve sosyal demokrat hareket açısından ‘başarısızlık’la sonuçlanmış, kapitalizm inşa ettiği sömürü düzenine, işçi sınıfı ile onun siyasetini yapanları eklemleyerek hızla yol almaya devam etmiştir.
Emperyalist ülke işçi sınıflarının, sömürülen coğrafyalardaki işçilerin sömürüsü üzerinden, kapitalistlerden arta kalanlarla elde ettikleri ‘sosyal refah’, son 100 yılın tarihine yön verdiği gibi bugüne de aynı düzeyde yön vermektedir. Hepimizin yaşaya geldiği Suriyeli mülteciler konusu, başta Avrupa olmak üzere gelişmiş kapitalist ülke yöneticileri, daha ağırı vatandaşları açısından ‘normal’ karşılanmıştır. İşte buradaki sorun, işçi ya da burjuva kategorisinde değil emperyalist ülke vatandaşı olmanın getirdiği, ‘sömürme haklılığı’ algısındadır. Sömürdükleri coğrafyalarda yaşayan insanların dramları, ya “hak edilmiş” ya da “kader” şeklinde yorumlanmaktadır. Oysa Avrupa gibi ‘sosyal demokrat’ siyasetin güçlü olduğu coğrafyalarda bu yaklaşım çelişkinin yamanıdır. Nedeni, yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız gibi “emperyalist politikalara yaklaşımda aramak” gerek. Kendi refahı için sömürüyü meşrulaştırma anlayışı, insanlık tarihinin tartışmasız önemdeki düşüncelerinden sosyalizmi ve ilk haliyle sosyal demokrasiyi, kapitalist-liberal siyasetlerin payandası yapmıştır.
Ağırlıkla Avrupa ölçeğinde vurguladığımız ‘sosyal demokrasi’yi, daha sonuç alıcı bir yol izlemek adına, ülkemiz Türkiye ölçeğinde değerlendirelim. Cumhuriyet’in kurucu partisi Cumhuriyet Halk Partisi, özellikle antiemperyalist kimliğiyle sol ve sosyal demokrat olmakla beraber, kurucu misyonu itibariyle bunun ötesinde -farklı bir bakış açısına göre gerisinde- başka misyonlar üstlenmek zorunda kalmıştır. Osmanlı’nın ardından bir “ulus yaratma” ve “ekonomik kalkınmanın sağlanması” kurucu parti olarak tarihin Cumhuriyet Halk Partisi’ne yüklediği sorumluluklar ve zorunluluklardandır. Çok partili döneme geçiş ile 1960’lar ve 1970’lerde sosyal politikalar temelinde siyaset üretmeyi de sosyal demokrat kimliği üzerinden yüklenen Cumhuriyet Halk Partisi, ‘aydınlanmacı’ misyonu çerçevesinde bunu da gerçekleştirmiştir.
Tarihsel misyonu sosyal demokrat kimliğinin önüne geçmiş olan partimiz Cumhuriyet Halk Partisi’nin ’12 Eylül Darbesi’ ile kapatılmasının ardından yaşanan boşlukta Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) kurulmuş ve Türkiye “sosyal demokrat” adıyla tanışmıştır. SHP’nin tarih sahnesine çıkışı ilginçtir! Türkiye’ye dayatılan neoliberal politikaların uygulama dönemine denk gelmiştir. Liberalizmin etkisi midir yoksa tarihsel dönüşüm süreçlerinin doğallığı mı bilinmez, SHP’nin izlediği politikalar da ekonomik temelli sınıf siyaseti yerine ‘özgürlük ve demokrasi’ temelli politikalar olmuştur. ’12 Eylül Faşist Darbesi’nin yarattığı zorunluluktan kaynaklı ‘özgürlük’ vurgulu politikalarının izlenmesi normal olsa da tarihsel kimlik açısından sorun yaratacak serbest piyasa uygulamaları, SHP’nin de doğrudan karşısında dur(a)madığı uygulamalar olarak bu dönemde yaşama geçirilmiştir. Yaşanan gerçek sorun, popülizmin savurduğu yerde siyaset yapma çıkmazıdır. Hem başka ülkelerde hem de ülkemizde sosyal demokrat siyasette yaşanan evrimleşmenin net sonucu şudur: Sosyalizm ve kapitalizm arasındaki cereyanda siyaset yapmaya çalışanlar artık bu akımları göğüsleyecek paratonerler kurup, doğru esintiye yol verip yanlış esintiyi engellemelidir. Bunun saç ayaklarından biri parti okulu benzeri ekol yaratacak işleyişlerin aktif olması ve sosyal demokrasi anlayışında ilkelerin nesillere aktarılmasıdır. Aynı önemlilikte bir diğer eksen; sınıf çözümlemelerinin bu ve benzeri yapılar altında sürekli tartışılması ve eylemsellikle somutlaşmasıdır.
Tarih, ‘sosyal demokrat’ hareketi, misyonunu yerine getirmeye zorlamaktadır. Sosyal demokrasinin, sınıf siyasetini önceleyen; antiemperyalist bilinçle hiçbir coğrafyanın ‘sömürü coğrafyası’ olmadığı ve olmayacağını savunan; ekonomik düzlemde kamucu, özel mülkiyeti sınırlandıran; özgürlüklerin ortaklaştırılıp derinleştirilmesi çerçevesinde yol alındığı bir siyasetin merkezi olduğunu göstermesi gerekmektedir. Bu duruşun pratik adımları, parlamenter rejimin korunmasıyla birlikte parlamento dışı başta işçi örgütlenmeleri olmak üzere her türlü emek örgütlenmesine ortak olmak ve sosyal demokrasinin varoluşsal zemininde ‘doğru eylemler’ ortaya koymaktır. Sosyal demokrasi için eylem ve ‘taktik’in, diğer tüm siyasi hareketlerden çok daha önemli ve sonuçları açısından ağır olduğunu bilerek yanıt vermemiz gereken soru şudur: SOSYAL DEMOKRASİ, POPÜLİZME KURBAN MI EDİLECEK, ‘SINIF MÜCADELESİ’NİN PARÇASI MI OLACAK?