Mülteci prens(es)

Abone Ol
O geceden aklımda kalan damadın ailesinin bu olaya çok sinirlenip, “Türklere sığınmayı biliyorsunuz ama kızınızın Türklerle evlenmesini istemiyorsunuz” şeklinde sarf ettiği cümleydi.

Loading...

2014-2015 yılında Gaziantep’te çalışırken Suriyelilerle ilgili iki kısa film çektim. Bunlardan ilki genç kadınlar diğeri ise savaşla küçük yaşta tanışmış ve ailelerinin yanında buraya gelen Suriyeli çocuklarla ilgiliydi. İlk film için araştırma yaparken Antep ve çevresinde yaşayan erkeklerin (ki çoğu yaşlı) para karşılığı Suriyeli genç kızlarla evlilik yaptığını öğrendim. Hatta sığınmacı kampından bu organizasyonu yapan simsarlar bile vardı. Belli bir komisyon karşılığında isteğe uygun genç kadın buluyordu bu simsarlar. Hemen bu konuyu minik bir senaryoya döktüm ve oyuncu aramaya başladım. İmkanlarım kısıtlı olduğu için diyalog olmayan sessiz bir kısa film yapacaktım. Filmde oynamak üzere gerçek Suriyelilerle anlaştık ancak çekim günü yerlerine gittiğimizde vazgeçtiklerini Esad rejiminin bu görüntüleri izlemeleri halinde sıkıntı yaşayacaklarını söylediler. Demek ki 2014 yılında yani göçten 2 yıl sonra geriye dönüş planları vardı. Ben de filmi kendi öğrencilerimle çekmek zorunda kaldım ve film TÜSİAD kadın erkek eşitliği konulu üniversite öğrencilerine yönelik kısa film yarışmasında Türkiye üçüncüsü oldu. İkinci film için çocuklara odaklanmak istedim. O sırada sinemalarda oynayan Küçük Prens filmine kendi çocuklarımı götürmüştüm, filmi izlerken kamp ve köylerdeki Suriyeli çocuklar geldi aklıma. O zaman da şimdiki gibi sığınmacılar ya devletin kurduğu kamplarda ya da çevre köylerde çobanlık, tarım işçiliği yaparak yaşıyorlardı. Kamplardaki hayatın detayları ayrıca önemliydi. Mesela çadırlarda elektrikli aletler yasak olduğundan insanlar ilkel cattle lar ve fırınlar icat etmişti. Neden bunu yaptınız diye sorduğumda çocukların canı bazen kek çekiyor demişti bir anne. Uçağı arızalanan bir pilotun küçük bir çocukla karşılaşmasını anlatan öyküden esinlenerek mülteci bir çocuğun yer aldığı senaryoyu yazdım sinemadan çıkar çıkmaz. Kampta film çekme izni almak mümkün olmadığından köylere yöneldim gerçekçi bir hikaye için. Köylerde kalan Suriyeliler de ikiye ayrılıyordu: göçebe ve yerleşikler olarak. Göçebeler tipik tarım işçileri gibi biber, üzüm hasadında çalışıyor ve orda iş bittiğinde başka bir yere geçiyorlardı. Yerleşikler ise köyde tarlası, hayvanı olan ama kentte yaşayan insanlar için onların köy evinde çobanlık ve toprakla uğraşıyordu. Bu tarz çalışmanın en büyük avantajı sabit bir yerde kira ödemeden yaşayabilmekti. Önce çadırların olduğu yere giderek bir aile tespit ettim, ne yapmak istediğimi anlattım. Nakdi ve ayni yardım karşılığında kabul ettiler filmde yer almayı ve bir hafta sonrası için sözleştik. Film ekibimle bir hafta sonra gittiğimizde ise çadırları yerinde bulamadık, daha doğrusu başka aileler, başka çadırlar gelmişti, mülteci prensim de onlarla birlikte gitmişti. Yaşadığım hayal kırıklığını gören insanlar bana şu cümleyi kurduğunda ise kendimden utandım: “üzülme hocam, burası annesiz babasız çocuk dolu, işine yarar birini illaki buluruz”.  Derken, bir memur arkadaş köyündeki hayvanlarına bakan aileyle tanıştırdı beni. Bir anne ve babaları savaşta ölmüş 6 çocuk, dördü oğlan ikisi kız. En büyükleri olan kız 16 yaşındaydı, en küçükleri ise 3 yaşında bir oğlan. Babasını ve savaşı tek hatırlamayan da oydu. Şanslı mı şansız mı karar vermek zor.. İçlerinden Muhammed Türkçeyi daha iyi anlaması ve yaşı itibariyle aradığım prensti. Filmi iki gün içinde çektik ama Muhammed ve ailesiyle ilişkim devam etti. Tıpkı Küçük Prens hikayesindeki gibi birini “evcilleştirmiştim” artık ondan ömür boyu sorumluydum. Antep’teki görevim bitip İstanbul’a döndüğümde onları arayıp sormaya devam ettim. Filmden bir yıl sonra beni aradıklarında İstanbul’a göçtüklerini, kendileri gibi insanların yaşadığı Bağcılar’a yerleştiklerini söylediler. Hemen kendi ailemle ziyaretlerine gittim. Büyük erkek çocuklar tekstilde işe girmişlerdi, anne küçük oğlanla birlikte eve konfeksiyon işi alıyordu ve hiçbiri okula gitmiyordu. Neden İstanbul gibi yaşaması zor bir yere geldiklerini sorduğumda köydeki işlerinden para kazanamadıklarını söylediler. Patronları “başınızı sokacak ev verdik ya daha ne istiyorsunuz” diyordu çünkü. En azından küçük çocuklar eğitime devam edebilsinler diye birkaç dayanışmacı dostumla beraber aileyi kendi yaşadığımız mahalleye taşıdık. Elbette kiralık ev bulması kolay olmadı, ancak kefil olarak imza attığımızda ikna edebildik ev sahibini. Anneyi okula hizmetli olarak başlattık, büyük oğlanları bir kuaförde işe soktuk ve üç küçük çocuğu da okula kayıt ettirdik. Bize göre her şey mükemmeldi, bir sığınmacı başka ne isteyebilirdi ki… Öncelikle elektrik, doğalgaz ve su faturalarına çok şaşırdıklarını fark ettim. Ki o zamanlar temel ihtiyaç ürünlerinde fahiş fiyatlar söz konusu değildi. Suriye’de bunlar hemen hemen bedava olduğu içindi şaşkınlıkları, “hoş geldiniz kapitalizme” diyemedik tabi. İkinci sorun komşularla ilişkilerde çıkıyordu. Çoğu komşu ön yargısından ötürü bir kısmı da haklı olarak bu aileyi mahallede istemiyordu. Aile, İdlib gibi kırsal bir yerden geldiği için kent yaşamına ayak uyduramıyor, gürültülü konuşmaları ve kavgalarıyla komşuları rahatsız ediyordu. Büyük oğlan çocuk kendisini ailenin reisi sayıyor ve annesiyle kız kardeşlerinin davranışlarını kontrol ediyor hoşuna gitmeyen bir şey olduğunda şiddet bile kullanabiliyordu. Kızımın yaşıtı kız kardeş, kızımın eteğini giydiği için veya abla yalnız başına bakkala gittiği için çıkabiliyordu bu kavgalar. Üçüncü sorun, kendilerine özgü gıda ürünlerine erişememekle ilgiliydi. Bağcılar’da veya Suriyelilerin yoğun yaşadığı yerlerde açılan Suriyeli bakkallar bizim çevrede yoktu. Bizim ekmekleri yiyemiyorlardı mesela, ya da kendi baharat ve çaylarını özlüyorlardı. Hatta daha sonra Türk fırıncılarının (çoğu Rizeli’dir) artan talebi karşılamak için Suriye ekmeği pişirmeyi öğrendiğine şahit oldum. Son olarak, eğitimin gerekliliğine bizim kadar inanmıyorlardı belki de haklılardı. Muhammed’in ve küçük kızın okula gitmesini onaylamıyorlardı, zaten Muhammed de okulda şahit olduğu küçümseme ve hor görmeden dolayı okula bayılmıyordu. Bu sorunları çözmeye kafa yorarken ve abileri ikna etmeye çalışırken evin büyük kızı bir Türk oğlana kaçıverdi. Bundan sonraki süreç tam bir filmdi diyebilirim; film yapmaya çalışırken kendimi bir gerilim filminin içinde bulmuştum. Çünkü bir kızın kaçması hem de bir yabancıya kaçması onların geleneklerine göre ölüm cezasını hak ediyordu. Anneye neden diye sorduğumda Suriye’de kalan amcaların bunu emrettiğini söylemişti. Kocasını kaybeden bu altı çocuklu anneye Suriye’de evini açmayan amcalar, oturdukları yerden ölüm fermanı yazıyorlardı. Ölen kardeşlerinin ailesini değil namusunu korumaktı onların görevi! Bin türlü dil dökerek, aileler arasında arabuluculuk yaparak nikaha ikna ettik herkesi. Nikahı elbette bir Suriyeli hoca kıymalıydı ve onu da bulduk. Tam her şey yoluna girdi derken, kendini ailenin reisi sayan abi bununla tatmin olmayıp nikahta ablasını bıçaklamaya kalkınca film koptu... Abla ölmedi, evlendi ve hatta bir de çocukları oldu daha sonra ama benim içimde kopan bir şeyler oldu. Onlara daha fazla yardım edemeyeceğimi anlamıştım. Yaşları yettiği için savaş ortamını içselleştirmiş genç erkekler şiddetten başka bir dil bilmiyordu. Ama ben de kendi konuştuğum dilden başkasını bilmiyordum. O geceden aklımda kalan damadın ailesinin bu olaya çok sinirlenip, “Türklere sığınmayı biliyorsunuz ama kızınızın Türklerle evlenmesini istemiyorsunuz” şeklinde sarf ettiği cümleydi. Bu olaydan hemen sonra geldikleri yere Bağcılar’a geri döndüler, tabii bir eksikle; abla artık yoktu. Bayramda seyranda görüştüğümüz kadarıyla Muhammed’in okuldan tamamen ayrılıp tekstil işçisi olduğunu öğrendim, küçük kızın okula devam edip etmediğimden emin değilim ama kısa etek giymediğinden ve hatta örtündüğünden eminim.
Mülteci denilince akla hep Türk kadınlarına taciz eden erkekler geliyor. Peki ya kocasız kalmış kadınlar, parayla satılan genç kızlar, okulla hiçbir bağı kalmayan, tekstil atölyelerinde, inşaatlarda iki kuruşa çalışan çocuklar…
Şimdi, mülteci denilince akla hep Türk kadınlarına taciz yapan, sahilde nargile çeken erkekler geliyor ve toplumsal öfke bu imajlarla körükleniyor. Peki ya kadınlar ve çocuklar? Kocasız kalmış dul kadınlar, parayla satılan genç kızlar, okulla hiçbir bağı kalmayan, tekstil atölyelerinde, inşaatlarda iki kuruşa çalışan çocuklar… Bu savaşta, göçte ve yoksullukta hiçbir payı bulunmayan milyonlarca Muhammedler, Esmalar var. 10 yıl gibi uzun bir sürede Türkiye’de doğmuş, büyümüş burayı yurt sayan çocuklar var. Toplumsal öfke ve nefretin bir diğer kaynağı da Türkiye halkının iyice yoksullaştığı bir dönemde mültecilere yapılan ekonomik yardım söylentisi. Kendi deneyimimden söyleyebilirim ki devlet, Suriyelilerle para yardımı yapmak için pek çok zorlayıcı şart koyuyor. Bahsettiğim aile için yardıma başvurduğumda anne veya babadan birinin ölmüş olması, en az 4 çocuk olması ve ailede sadece bir kişinin çalışması diğerlerinin işsiz olması gerektiği söylendi bana. Oysa bu şartları sağlayan çok az aile var Türkiye’de. Elbette mali yardımların abartıldığı gibi olmaması Türkiyeli yurttaşların kaygısını gidermek için yeterli değil. Resmi rakamlarla bile beş milyonu bulan mülteciler her ülke için bir sorun teşkil eder. Özellikle de son 20 yılda giderek yoksullaşan bir ülkede bu ciddi bir sorundur. Dolayısıyla kendi deneyimlerimden yola çıkarak söyleyebilirim ki ne mülteciler konusunda kaygıları olan yurttaşlarımız haksız ne de buraya göçmek zorunda kalan insanlar. O halde ne yapılmalı? İktidarın “kalacaklar” muhalefetin ise “gidecekler” dediği milyonlarca insan söz konusu. Bu yüzden, “gitsinler” veya “kalsınlar” politikalarının içinin doldurulması lazım. Gideceklerse nasıl gidecekler, kalacaksa nasıl kalacaklar? Zafer Partisi’nin son günlerde yaptığı hamaset dolu çıkışlarla ancak kabaran öfkenin köpüğü alınır, sorun çözülmez. Bu konuda muhalefet partilerinden CHP ve TİP’in göçmenlere yönelik politika önerileri şimdilik daha makul duruyor. Özellikle TİP’in göçmen sorunu için öncelikle Türkiye’nin Suriye ve diğer yerlerdeki savaşın bir parçası olmaktan çıkması gereğine yaptığı vurgu önemli. Başka bir deyişle AKP tipi dış politikalardan vazgeçmek çözümün birinci ayağı. AKP tipi iç politikalardan vazgeçilmesi ise çözümün diğer ayağı. Ucuz emek deposu olarak kullanılan ve kentin yalıtılmış alanlarında kendilerine kentten izole bir dünya kuran insanlardan bahsediyoruz. Kaldı ki göçmenlerin kayıt dışı istihdamın önemli bir kısmını oluşturduğu gerçeği direkt İçişleri Bakanı tarafından dillendirildi geçenlerde. Dolayısıyla yapılması gereken önce bu sorunun müsebbibi olan iktidardan ve onun politikalarından kurtulmak. Daha sonra mülteci prens ve prenseslerimizle ne yapacağımızı düşünürüz hep birlikte. “Evcilleştirmek bağ oluşturmaktır” diyor Küçük Prens’te ve “insan, sadece evcilleştirdiği şeyleri tanıyabilir” diye de ekliyor. Şimdilerde Bağcılar’dan dünyaya bağlanmaya çalışan kendi hikayemin prens(es)lerini tanıyorum ve yükselen göçmen nefretinden paylarına düşeni almalarından korkuyorum. Öfkeyi ve nefreti hak eden onlar değil, iktidar! “İnsanlar nerede, çölde biraz yalnız hissediyorum kendimi” dedi Küçük Prens “İnsanlar arasında da yalnızdır insan” dedi yılan