Bu ülkenin geleceğinden endişe eden bir aydın olarak önerim nettir. Kurultay tarihi bugünden ilan edilmeli ve o tarihe kadar partili-partisiz herkesin katılımına açık bloglar aracılığıyla o güne dek sürecek tartışmalar ile yenilginin nedenleri enine boyuna masaya yatırılmalıdır.Muhalefet, özellikle de muhalefetin “amiral gemisi” konumundaki CHP, sorumluluğu üzerine almalı ve dört başı mamur bir biçimde özeleştirisini vermeli. Bu özeleştiri, seçim sürecindeki yetkili MYK’yı görevden alıp yerine yenileri atamakla sınırlı değil elbette. Yaşanan ağır bir yenilgidir ve bu yenilginin altında kalkabilmek için hegemonik dil sorgulanmalıdır. Bu sorgulanma, zamanın çoğu da yoklama ve oylama gibi teknik mevzularla geçecek iki günlük kurultaylara sığdırılabilecek bir mevzunun ötesindedir. CHP’nin tarihine bakılsın; Atatürk’ün yaşadığı yıllarda kurultaylar bir hafta-on gün sürermiş. 15-22 Ekim 1927 tarihinde toplanan ve Nutuk’un okunduğu Kurultay, 9-16 Mayıs 1935 tarihleri arasında yapılan ve Atatürk’ün katıldığı son kurultay olarak tarihe geçen 4. Büyük Kurultay buna örnektir. GELECEĞİ KAZANMAK, SORGULAMAKLA BAŞLAR Örnekler çoğaltılabilir ve CHP’nin içine düştüğü durum her açıdan analiz edilmeden 48/52 dengesi bozulmayacağına göre alınacak kurultay kararı, yönetici değişimiyle sınırlanamaz. Bu ülkenin geleceğinden endişe eden bir aydın olarak önerim nettir. Kurultay tarihi bugünden ilan edilmeli ve o tarihe kadar partili-partisiz herkesin katılımına açık bloglar aracılığıyla o güne dek sürecek tartışmalar ile yenilginin nedenleri enine boyuna masaya yatırılmalıdır. Kurultay tarihindeyse başta kurultay delegeleri olmak üzere aydınlar, uzmanlar, araştırmacılar ve elbette üniversitede kürsü sahibi herkese açık tartışma yöntemiyle en az bir hafta boyunca müzakere edilmelidir. Muhalif seçmenin rahatsızlığını giderecek, geleceğe umutla bakmasını sağlayacak adımlardan biri ve belki de en önemlisi budur. Bitirirken bir not düşmek isterim; normal işleyişe sahip demokrasilerde seçim yenilgisi, alınması gereken pek çok dersi içerir. Alınması gereken en son ders, yetkililerin değişimidir. Sonuçtan bakarak sorumluluğu biri(leri)ne yüklemenin, “sorumlusu sensin” demenin kolay olduğunun farkındayım. Gene de belirtmek isterim ki istifa da demokratik bir haktır ve yeri geldiğinde kullanılmasını bilmek bir erdemdir. Değil mi ki “umut fakirin ekmeği”…
Muhalif seçmen rahatsız!
Muhalefet, özellikle de muhalefetin “amiral gemisi” konumundaki CHP, sorumluluğu üzerine almalı ve dört başı mamur bir biçimde özeleştirisini vermeli. Bu özeleştiri, seçim sürecindeki yetkili MYK’yı görevden alıp yerine yenileri atamakla sınırlı değil elbette.
Benim en çok etkilendiğim şiirlerden biri Attila İlhan’a ait, “ o sözler ki” şiiridir.
Şöyledir o şiirin sonu:
“o sözler ki kalbimizin üstünde
dolu bir tabanca gibi
ölüp ölesiye taşırız
o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan
uğrunda asılırız”
Dildir bizim her şeyimiz; bazen sesimizle, bazen sözümüzle ya da sözsüz bir biçimde ifade ederiz kendimizi. Meramımızı dil ile anlatırız; zorlandığımızda olur bazen. Hatta sonuçsuz tartışmaların bir yerinde, karşımızdakine “seninle aynı dili konuşmuyoruz” da deriz. Yahut o bize söyler bu sevimsiz cümleyi.
Politikacıların başvurduğu cümlelerin arasında “halkı anlamak” ya da “halk ile aynı dili konuşmak” gibi kavramlara sıklıkla rastlarız.
Modern zamanlara ait bir durum da değil bu; dil ile daha genel bir ifadeyle belirtmek gerekirse “sözün ağırlığı” ile ilgili çarpıcı ifadelere tarihin derinliklerinde de rastlarız.
SÖZÜN AĞIRLIĞI ALTINDA KALMAK
Rivayet bu ya, eski zamanların birinde Çin, Hint, İran ve Rum ülkelerinin hükümdarları, "öyle bir söz edelim ki dünya durdukça dillerden düşmesin” diye sözleşmişler.
Önce Çin hükümdarı söz almış:
“Ben” demiş, “söylediğim sözü inkâr etmektense hiçbir şey söylememeyi tercih ederim”.
Çok güzel söz demiş diğerleri ve sözü Hint hükümdarına vermişler.
O demiş ki “lehine söylenen söz işine yaramıyor; aleyhine söylenen ise seni mahvediyorsa o sözü söyleme”.
İran hükümdarıysa “ağızdan çıkana kadar söze ben hakimim; ağızdan çıktıktan sonra söz bana hâkim olur” diye tamamlamış.
Söylenen her söz birbirinden güzel olunca Rum ülkesinin padişahı, uzun uzun düşündükten sonra demiş ki:
“Söylemediğim bir sözden ötürü asla pişman olmadım; oysa söylediğim nice sözler yüzünden defalarca pişman oldum.”
İnsanlık tarihinde iz bırakan sözlerdir bunlar; tutarlı olmanın erdemini, eylem ile söylemin uyumluluğunu ve güven duygusunun önemini anlatır bu sözler.
“Şiir etkileyici, sözler güzel; peki ne demek istiyorsun?” diye soracak olanlar için yazıyorum; seçim bitti ve hayat ilgililerden tutarlılık bekliyor.
Geçen yazımda, “istifa en kolay iş” demiştim; öyle görünüyor ki pek de kolay değilmiş. Gene de kişileri bir yana bırakıp sorunun kendisine odaklanalım derim.
KİM YAŞATTI BU YENİLGİYİ?
Son üç seçimin ortalaması gösteriyor ki muhalefet yüzde 48, iktidar da yüzde 52 alıyor; her şeyin normal kabul edildiği bir ortamı dikkate aldığımızda bu sonuçlar büyük bir bölünmeyi işaret ediyor.
Şartlar normal kabul edilebilir mi?
Bunun bilgisine henüz sahip değiliz.
Özellikle Doğu ve Güneydoğu’da ve elbette deprem bölgesinde bazı sandıklarda oyların bütünüyle kazanan adaya çıkması ne kadar normal; bilmiyoruz. Hiç geçersiz oy çıkmaması da tuhaf değil mi?
Bunları işin kolayına kaçmak için değil; bu durumu hesap edemeyen muhalefet yetkililerinin sorumluluklarını hatırlatmak için yazıyorum.