Seçimi kazanmak için muhalefetin Türkiye’ye istikrar, güvenlik ve ehliyet vaat edebiliyor olması gerek. Herkesin bildiği beceriksizlikleri örtbas etmeye çalışmak yeterli değil.
Loading...
Geçen hafta CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun acemice planlanmış ABD ziyaretini ve politik akla sığmayan başörtüsü çıkışını eleştirdiğim için bir tek sevgilim tarafından uyarılmadım. Gazeteciler, siyasiler, danışmanlar, eski iş arkadaşlarım, lise arkadaşlarım, üniversiteden birileri, akrabalarım… Hâl-hatır sormayan insanlar, hesap sorar hale gelmişler.
Üstelik hemen hepsi “Biz bilmiyor muyuz” diye başlıyor cümlelerine. “
Biz bilmiyor muyuz başörtüsü meselesi diye bir şeyin artık olmadığını?” “
Biz bilmiyor muyuz Kemal Bey’in olabilecek en iyi aday olmadığını?” “
Biz bilmiyor muyuz ABD ziyaretinin başarısız bir halkla ilişkiler atağının ötesine geçmediğini?”
Bir tek ben değil; ağzını muhalefette iyiye gitmeyen herhangi bir şeye karşı açan herkes benzer bir muameleyle karşı karşıya kalıyor. Habertürk’te Oray Eğin, Kılıçdaroğlu’nun Amerika’ya yanında götürdüğü gazetecileri ‘atlatarak’ 8 saat boyunca ortadan kaybolmasına yazdı diye topa tutuluyor mesela. Ya da olası bir Cumhurbaşkanı Adayı’nın ABD ziyareti organize edilirken ziyaret edilecek okullarda -milli tatil sebebiyle- öğrenci olmayacağı hesap edilmiyor ve bu amatörlüğün cezası, amatörlüğü açık eden gazeteciye kalıyor.
Kemal Bey ve CHP için hayra alamet şeyler göstermeyen araştırmaların yayımlanması, doğrudan bir komplo belirtisi zaten. İşler iyiye gidiyorsa herkes mutlu; aksini söyleyen çıkarsa, yalancının mumu...
Üstelik bu ‘eleştiriler’, çoğunlukla malumun ilanı. Üniversite okumaya ABD’ye gitmiş ortalama bir Türk öğrenci gibi, Washington’da Türklerle takılıp geri dönerseniz, gülünç duruma düşersiniz. Tıpkı ülke %100 enflasyonla boğuşurken Cumhurbaşkanı Erdoğan’a başörtüsü üzerinden siyaset yapma fırsatını verdiğinizde olacağı gibi.
Paradoks da burada ortaya çıkıyor: Muhalefetin beceriksizliğin yüzünden muhalefete muhalif olmak bu kadar kolay. Bu beceriksizlik kanıksandığı için de zaten muhalif kamuoyu kendi liderlerinde değil, onların hatalarını ‘açık eden’ dostlarında suç arıyor. Oysa çuvaldızı doğru insanlara batırmadan, bu endemik beceriksizlikten kurtulmak da mümkün olmayacak.
Üstelik bu kendi kendini tekrar eden beceriksizlikler, muhalefetin “kararsız” gözüken seçmeni aylardır neden kazanamadığının da merkezinde duruyor.
Bilgi Üniversitesi’nden Emre Erdoğan geçen hafta Medyascope’da Ruşen Çakır’a verdiği
söyleşide bunun altyapısını uzun uzun anlattı: Türkiye’de seçmenin ezici çoğunluğu zaten seçimini yapmış durumda. Üstelik bu seçim geçen hafta da yapılmadı; zira partizanlık antibiyotikle geçen bir hastalık değil, çoktandır bizimle beraber yaşıyor. Bu insanlara ulaşmanın bir anlamı da yolu da neredeyse yok.
Kararsız dediğimiz seçmen ise partizanlıktan ziyade “rasyonel” oy davranışına kayıyor. Yani krizlerin farkında olduğu için “kararsızlaşıyor”; “Kim bu sorunları çözer” diye siyasete bakıyor.
Benim tahminim bu seçmen kitlesinin, Türkiye’nin hemen hemen yüzde 10’una tekabül ettiği. Zira çoğu ankette, tutarlı bir şekilde, “Muhalefet Türkiye’nin ekonomik sorunlarını çözebilir mi?” sorusuna ülkenin takriben yüzde 40’ı “Evet” derken, bundan biraz daha azı “Hayır” diyor. Geriye kalanlar ise “bilmiyor”. Türkiye’de seçime katılımın -çok iyi ihtimalle- yüzde 90’a kadar çıkabildiği düşünürlerse, “bilmeyenlerin” hemen hemen yarısının zaten oy kullanmayacaklardan oluştuğu görünüyor. Yani geriye öyle bir takribi 10 puan kalıyor ki Türkiye’nin geleceği, bu insanların yapacağı tercihe bağlı.
Ne yazık ki araştırmalar, özellikle de kamuoyuna açıklananlar, bu insanların kim olduğunu anlamak için yeterli değil. Fakat bu insanlar, ya geçtiğimiz seçimlere katıldı ve oy verdi ya da ilk defa oy verecekler. Yani ikna edildikleri takdirde sandığa gidecekler.
“Biz bilmiyor muyuz”larla gelinebilecek yere vardık; bundan sonrası bildiğimiz sorunlara çözüm üreterek mümkün.
Cumhur İttifakı’nın bu insanların davranışını şekillendirmek için yapabileceği üç şey var: Birincisi, muhalefeti “beceriksiz, dedikoducu, kendi içinde daha anlaşamayan” dağınık bir yapı olarak gösterip, hükümetin getirdiği gücü, yani politika yapıcılığı kullanarak kendilerini “daha az riskli” bir alternatif olarak anlatmak. Asgari ücrette artış, sosyal konut projesi, KOBİ destekleri… Hepsi bunun bir parçası.
İkincisi ne muhalif ne Cumhur İttifakı bileşeni olan radikallerin görünürlüğünü artırıp, sığınmacılar meselesi gibi kimi kırılımlar üzerinden bu seçmeni hakiki muhalefetten kaçırmak – ki “küçük” partilerin liderlerini sürekli malum TV kanallarından görmemizin sebebi de budur.
Üçüncüsü de iktidarın doğrudan parçası olmayan birtakım kullanışlı aptalların sözcülüğü sayesinde “bunların hepsi dinozor, hepsi aynı” duygusu üzerinden seçime katılımı düşürmeye çalışmak. Güney Afrika’da Bell Pottinger şirketi bunu
başardı; Türkiye’de neden olmasın?
Bu üç taktik de seçime kadar sürecek, gittikçe de kuvvetlenecek. Dolayısıyla muhalefetin bununla dövüşmekten başka çaresi yok.
Bana kalırsa bu dövüşü belirleyecek temel mesele, ana duygu “ehliyet” olacak. Yani muhalifler bir blok olarak toplumun partizan bağlarını yitirmiş (ya da hiç kurmamış) bu küçük kesimine hem istikrarı hem de gerçek anlamda değişimi yüklenebilecek kadar geniş omuzlara sahip olduğunu göstermek zorunda.
Bunu yapmanın yolu beceriksizliği, dedikoduculuğu, mesaj ve politika yoksunluğunu endemik hale getirmek değil; ehliyeti, istikrarı ve kontrol edilebilir değişimi bir blok olarak Türkiye’ye anlatmak.
“Biz bilmiyor muyuz”larla gelinebilecek yere vardık; bundan sonrası bildiğimiz sorunlara çözüm üreterek mümkün.