Yaklaşık 20 yıllık iktidar dönemi sonunda muhafazakâr tabanının halen ‘’endişeli’’ olduğu düşüncesi, muhafazakâr oligarkın kendisine edinmiş olduğu bir çelik zırh ve savunma mekanizması mahiyetine sahiptir.
Son zamanlarda gündemi meşgul eden ‘’Endişeli Muhafazakârlar’’ tartışmalarının tarihsel bir okuma ve gerçekçi bir zemin üzerinde değerlendirilmesi kanısındayım. Türkiye’de Demokrat Parti ile 1950 yılından itibaren siyasal iktidarı elinde bulunduran muhafazakâr cenah, belirli aralık ve aşamalarla bu gücü sürdürmeyi devam etmiştir. İktidarı kaybettikleri evre ve gelişim dönemindeki siyasi söylemlerle tam bir toplumsal karşılık bulamasa dahi MNP sonrası evrede 1970’ler sonrası MSP ve RP temsilleriyle muhafazakâr kanat, Cumhuriyetçi İslamcılık modelini geliştirerek siyasi zeminde sistemleştirip memleket sorunlarına İslami bir perspektifle çözüm üretmeyi amaç edinmiştir. RP, iktidarı tek başına alabilmek için siyasi çizgisini esnetirken daha demokrat ve ılımlı muhafazakâr bir kimlik kazanmaya çalışmıştır. Ancak 28 Şubat döneminde RP’nin kapatılması, Milli Görüş içerisinde yenilikçi hareket için bir fırsata dönüşmüştür. 2001 Ağustos ayında kurulan AKP, Kasım 2002 Genel Seçimleri’nde %34,4 oy oranıyla 365 milletvekili sandalyesi sahibi olarak tahmin edilmedik bir yüksek oy oranıyla seçimlerde birinci olmuştur.
AKP’nin yakalamış olduğu bu ivmenin temelinde özellikle sağ seçmeni kucaklayan bir kitle partisi olma çabası yatmaktadır. Keza merkez sağ partilerin 1990’lar sonunda güç kaybetmesi AKP adına müthiş bir fırsat ortamı yaratmıştır. Kökeni Siyasal İslam’a dayanan AKP, sosyolojik bir metamorfoz gerçekleştirip dini kimlik siyasetine dair katartik perspektifini yenileme eğilimine girmiştir. İlk günler dini söylemlerle politize olmamayı tercih eden AKP, güç dengelerini göz ardı etmeden kendi tabanının konsolide ederek din ve inanç meselesini, temel hak ve özgürlükler çerçevesinde ele almaya çalışmıştır. AKP’yi tek başına iktidara taşıyan unsurların başında radikal söylemlerden uzak durarak muhafazakâr yapısını demokrat kimliğiyle harmanlamaya çalışması gelmiştir.
28 Şubat sürecinin ardından Siyasal İslam entelijansiyası, kapsayıcılığını çeşitlendirerek kendini topluma kabul ettirmiş ve Kemalist devlet geleneğine karşın içeride ve dışarıda kendisine müttefikler bulmuştur. Kendisini Siyasal İslamcı bir parti olarak tanımlamayan AKP, muhafazakâr kanadın yeni siyasi adresi olarak büyük bir içtimai destekle birlikte örgütlenmeyi başarmıştır. 28 Şubat ile uğradıkları sektenin ardından muhafazakâr kanat, AKP ile birlikte simbiyotik destek zemininde en güçlü dönemine ulaşmış ve muhafazakâr tabanın, metaforik bir oligarşiye dönüşümü de AKP’nin uzun soluklu bu iktidar dönemiyle gelişmiştir. Oligarşi; bürokrasilerin veya geniş çaplı örgütlerin iç işleyişinden tezahür eden bir mahiyet olarak bir toplumun yönetimdekiler tarafından kontrol altında tutulmasıdır. 1911’de Robert Michels, tarafından yayınlanan “Oligarşinin Tunç Kanunu” eserinde de belirttiği gibi demokrasilerin kötü işleyişi ve bilhassa liderlerin kamuoyu ve örgütler üzerindeki hegemonyası; içtimai ve iktisadi ilerlemenin yetersizliğinden, öğrenim seviyesinin düşüklüğü veya toplumu bir araya getiren kitle iletişim araçlarının ve diğer kuvvet kaynaklarının kapitalistlerce kontrol altında tutulmasından değil, daha ziyade kozmopolit içtimai dinamiklerin cereyan edişinden kaynaklanmaktadır.
Kesintisiz ve en güçlü oldukları yaklaşık 20 yıllık iktidar dönemi sonunda muhafazakâr tabanının halen ‘’endişeli’’ olduğu düşüncesi; aslında iktidarı kaybettiklerinde özgürlüklerin de kaybedilmesi ve yaşam standartlarına müdahaleye maruz kalma korkusundan daha ziyade muhafazakâr oligarkın kendisine edinmiş olduğu bir çelik zırh ve savunma mekanizması mahiyetine sahiptir. Aslında bu ‘’Endişelilik’’ kamuflajı, özünde; 28 Şubat dönemi mağduriyetinin küllendirilip hassasiyetler üzerinden ‘’kararsız’’ alana kaymakta olan tabanın yeniden konsolide edilmesi tini mevcuttur. Bu endişeli hal, esasen ‘’Geliyor Gelmekte Olan’’ın karşı mahalledeki vücut bulmuş halidir.
Bu endişeli durum, aslında samimiyetsizlikten öte daha çok Post-truth bir duruma kapı aralamaktadır. Türkçeye ‘’hakikat sonrası’’ ya da ‘’hakikat ötesi’’ olarak çevrilen Post Truth kavramı, 1992 yılında ilk kez Sırp-Amerikan oyun yazarı Steve Tesich tarafından kullanılmış ve Ralph Keyes’in yazmış olduğu The Post-Truth Era (Hakikat Sonrası Çağ) isimli kitabı ile popüler hale gelmiştir. Nesnel olan bir gerçekliğin, halk kitlelerindeki kişisel duygular ve çeşitli çıkarların ağırlık kazanmasıyla gerçekliğini yitirerek toplumu etki altına alması olarak tanımlanan Post Truth kavramı, 2016 yılında ABD başkanlık seçimi ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılışıyla beraber yoğun bir biçimde kullanılırken Oxford Ansiklopedi tarafından yılın sözü olarak da seçilmiştir. Dolayısıyla son günlerde tartışmalara konu olan bu Endişelilik halinde, gerçekliğin dışında iktidarın kaybedilmesiyle bazı kesimlerce yitirilecek olan rant alanı korkusunun tüm tabana hissettirilme çabası ağır basmaktadır.
Bu endişeli durum, aslında samimiyetsizlikten öte daha çok Post-truth bir duruma kapı aralamaktadır.
Kılıçdaroğlu’nun ‘’Helâlleşme’’ söylemi sonrası ortaya çıkan siyasal iktidardaki nüfuzu kaybetme korkusunu ‘’Endişelilik’’ paketiyle topluma kabul ettirme ve buradan bir mesajla ‘’AKP giderse hepimiz biteriz.’’ kaygısını içselleştirme tutumu; kendi siyasal söylemlerindeki sıklıkla yer alan ‘’Milli İradenin Tecelligâhı’’ retoriğiyle de ters düşmektedir. Milli iradeye saygıyı defaten vurgulayan muhafazakâr oligarşi, iktidarı kaybetme korkusu hissiyatıyla milli iradenin önüne bir ‘’Endişelilik’’ barajı oluşturmaktadır. Şüphesiz ki nüfuz kaybetme korkusu, milli irade ve demokrasi ilkelerinin hiç bir tartışma alanında kendisine tartışılabilecek bir zemin bulamaz.
1950 Genel Seçimleri sonrasında 27 yıllık iktidarını kansız ve demokrat bir tutumla devreden İsmet İnönü’nün bu mağlubiyeti ‘’en büyük galibiyet’’ olarak yorumladığı bilinmektedir. Keza siyasi iktidar gücü, uzun sürseler dahi kimsenin tekelinde değildir. Unutulmamalıdır ki Türkiye’nin bekası adına en önemli sınavlardan biri demokrasi paydaşlığını siyasi çıkarlar adına değil herkes için savunabilmek bilincinin yerleştirilmesidir. Ampirik tahrifat lehine bilimsel yöntemler alakalı klasik endüktivist görüşleri reddetmesi ile bilinen ünlü filozof Popper’e göre: “Demokrasiyi, demokratik bir devletin siyasal yetersizlikleri yüzünden suçlamak hata olur. Suçlanması gereken bizleriz, yani demokratik devletin yurttaşlarıdır. Demokratik kurumlar kendi kendilerini iyileştiremezler; onları düzeltme sorunu her zaman, kurumlardan çok, kişilerin sorunudur.”
Muhalefet, başörtüsü gibi aşılmış sorunlara takılmadan ve Laiklikten de taviz vermeden bilhassa Ekonomi, Kadın, Gençlik ve Çevre sorunları gibi Türkiye’nin gerçekçi endişelerine kulak vermelidir.
Türkiye 28 Şubat günlerini çoktan aşmış bir konumdadır. Üstelik CHP içerisindeki statükocu bloğu kırarak başörtüsü tartışmalarına son noktayı koyan kişinin Kemal Kılıçdaroğlu olduğu su götürmez bir gerçektir. Son günlerde endişe üzerinden pompalanan bu spekülatif tavır, muhalefet tarafından iyi okunmalı ve muhalefet; empoze altında kalan
muhafazakar seçmenin yaratılmaya çalışılan bu suni endişelerinin yersiz olduğunu muhafazakar tabanla birlikte topluma doğru izah etmelidir. Bu suni endişeler üzerinden kendisini topluma doğru izah etmesi gereken muhalefet, özellikle başörtüsü gibi çoktan aşılmış sorunlara takılmadan ancak Laiklik ilkesinden de taviz vermeden toplumun tüm kesimlerini kucaklayıp yeni yükselen trendleri yakalayabilen bilhassa Ekonomi, Kadın, Gençlik ve Çevre sorunları gibi Türkiye’nin gerçekçi endişelerine kulak vererek daha toplumcu ve ofansif bir siyaset anlayışı benimsemelidir.