Kurgu mu bilmiyorum ama gerçek görüntü olduğunu düşündüğüm bir sahne var filmde -“o sahne” gerçek değilse bile aynısından mutlaka yaşanmış olduğunu düşünüyorum. Hitler gene resim çizerken, Bayreuth’ta bir adam gelir yanına.
Mizahın bir sınırı olmalı mı?
Şimdi böyle pat diye sorunca herhalde olmamalı diye düşünüyor insan ama buna gene de kolay bir cevap vermek mümkün değil gibi.
Sınır çektiğiniz anda daraltmaya başlarsınız, içinde hapsolursunuz.
Mesela, acılarla dalga geçilebilir mi?
Mavra yapabilir misiniz onlarca insanı öldüren bir seri katil üstünden?
Ya da işkencecinin yaptığı işleri mizahla anlatabilir misiniz?
Bunlara da hayır diyerek kestirip atamıyorum çünkü sanat böyle bir muhafazakârlığı kaldırmaz, taşımaz, biri gelir, öyle bir şey yapar ki olur ve siz alelade bir gericiye dönüşürsünüz.
Yani, mizahın sınırını estetik ve sanatsallık belirler ama bu da son derece öznel bir zevk, ayrıca zamanla değişir de.
Kör birine ne renk gömlek giymek istediğini sormak gibi işler bugünlerde “ofansif mizah” denen, benim hiç sevmediğim bir sektöre dönüşmüş durumda ama mesele bu kadarla sınırlı değil tabii, Hitler’i bir komedi filminin başrolünde oynatabilir misiniz?
Arkasında milyonlarca ölü, sakat, psikolojisi tarumar olmuş insan bırakan biri üstünden mizah yapılabilir mi?
BENİM FÜHRER’İM
Benim Führer’im böyle bir film, 1944’ün son bir haftasında geçiyor ve 1 Ocak 1945 günü bitiyor.
Tarihten bildiğimiz çeşitli olaylara da yer verilen bu filmde bazı gerçek görüntüler de kullanılmış.
Goebbels, kendine güvenini tamamen yitirmiş Hitler’e bir yılbaşı konuşması yaptırmaya çalışır ama Führer’in buna ne gücü ne de isteği vardır.
Goebbels’in Hitler’i yeniden şevklendirmek için seçtiği isim, Sachsenhaussen kampındaki esirlerden biri olan aktör Profesör Adolf Grünbaum’dur.
İki adaş, birlikte çalışmaya başlar.
Grünbaum ilkelidir, ailesini ve sevdiklerini kurtarmaya çalışır; Hitler ise korkaktır, morfinmandır, geceleri altını ıslatan, erekte olamayan, çocukluktaki acıların çıldırttığı bir insandır, sadece bağırır durur ama en sonunda sesi kısılır ve berber yanlışlıkla bıyığını keser.
Böylece, Hitler, kendisini Führer yapan iki şeyi de yitirmiş olur.
Halkın karşısına bu şekilde çıkamayacağına göre çözüm Grünbaum’un kürsünün altına kurumuş bir tertibatla onu seslendirmesidir.
Pantomim sanatçısı gibi hareketler yapan takma bıyıklı Hitler, sesi kendisinin olmadığı halde kitleleri coşturmaya çalışır.
Grünbaum öldürülür ama filmin sonunda şu sözleri söyler: “Bundan yüzyıl sonra insanlar hâlâ onu yazacak, aktör komedyenler hâlâ onu taklit edecek. Neden? Çünkü hiçbir zaman anlayamayacağımızı anlamak istiyoruz.”
Ta ki, Grünbaum hayatı pahasına önündeki metni değiştirerek okuyana kadar.
Grünbaum öldürülür ama filmin sonunda şu sözleri söyler: “Bundan yüzyıl sonra insanlar hâlâ onu yazacak, aktör komedyenler hâlâ onu taklit edecek. Neden? Çünkü hiçbir zaman anlayamayacağımızı anlamak istiyoruz.”
Hiçbir zaman anlayamayacak mıyız gerçekten?
Belki evet, ama çok iyi yazılmış bir komedi filminin anlamamıza çok yardımcı olacağını düşünüyorum.
BAK, KİM DÖNDÜ
Bak, Kim Döndü, Hitler’in karısıyla birlikte cesedini yaktırdığı sığınağın olduğu yerde başlıyor.
Bir toz bulutu geliyor ve Hitler’i yanmış yaprakların arasında 2014 Berlin’ine uyanırken görüyoruz.
Her şey değişmişse de değişmeyen bir şeyler olduğunu düşünür Hitler; Brandenburg’da turistlere rastlar, çocuklara sekreteri Martin Bormann’ı nerede bulabileceğini sorar, başından bir dolu tuhaf ve komik olay geçer.
Onu tesadüfen fark eden muhabir tek arkadaşı olur ve onun sayesinde bir televizyon kanalına gider, önce kimse inanmaz onun Hitler olduğuna, aklı uçmuş bir zırdeli olduğunu düşünürler ama tavırları, konuşması, kıyafeti, her şeyi bire bir aynıdır.
Bir programa katılır ve bir anda Almanya’nın konuştuğu bir televizyon yıldızına dönüşür.
2014 Berlin’inde Hitler’in yükselişi durdurulamaz.
Alay edilse de söyledikleri dinlenir, gittiği yerde insanlar onu karşılar, imza verir, hatta üstü açık arabayla dolaşırken insanlar kollarını uzatıp selama durur.
Üstelik bütün Almanya’da böyle olur.
Önce kimse anlamaz, alay eder ama bir süre sonra, onun kararlı olduğunu görünce çekim alanına girerler.
Neo-Naziler etrafına toplanır.
Alay edilen, küçümsenen, kimsenin ciddiye almadığı Adolf Hitler, adeta yeniden Führer olma yolundadır.
Muhabirle birlikte Almanya’yı dolaşırlar ama paraları olmadığı için Hitler şehir meydanlarında resim çizer.
Kimi laf eder, özellikle yaşlıların ona pek iyi gözle bakmadığını görürüz ama bazıları da onu “dünya gözüyle” gördükleri için çok sevinçlidir, fotoğraf çektirenler, sarılanlar vardır.
Resimlerini çizdirmek için sıraya girerler.
Hitler’in popülaritesi giderek yükselir, artık büyük bir şöhrettir, kanaat önderidir, parti binalarına girer, siyasetçileri fırçalar ama kimse ona bir söz etmez.
Sosyal medya, Hitler’le çekilen, ona sevgi gösterilerinde bulunan binlerce fotoğrafla dolar.
Yandaşları ondan güç alarak yüksek sesle konuşmaya başlarlar.
Hastalandığında, hastanedeki odası çiçeklerle dolar.
BAYREUTH’TAKİ SAHNE
Kurgu mu bilmiyorum ama gerçek görüntü olduğunu düşündüğüm bir sahne var filmde. “O sahne” gerçek değilse bile aynısından mutlaka yaşanmış olduğunu düşünüyorum.
Hitler gene resim çizerken, Bayreuth’ta bir adam gelir yanına.
“2014 yılında, birisi kalkıp Bayreuth meydana gelerek Hitler’in taklidini yapıyor ve halk da bu adama müsamaha gösteriyorsa,” der öfkeyle, “ancak şunu söyleyebilirim: Yazık bu Almanya’ya! Bana kalsa sizi buradan derhal kovarım.”
Tarih adeta tekerrür ediyor gibidir.
Ciddiye alınmayan Hitler, günden güne kitlelerin ilgisini ve desteğini kazanmaktadır.
Hitler’in popülaritesi giderek yükselir, artık büyük bir şöhrettir, kanaat önderidir, parti binalarına girer, siyasetçileri fırçalar ama kimse ona bir söz etmez.
Bu esnada, muhabirle ilişkileri bir
sinema filmine dönüşecektir.
Film içindeki filmde, muhabir, Hitler’in yükselişini engellemek için onu öldürmeye karar verir.
Mizahını sınırı, mizahı yapılanın incindiği yerde başlar diyeceğim de…Birçoğundan nefret etsem de diyemiyorum işte, sanata sınır konamaz çünkü.
Ama bir gökdelenin çatısının ucuna geldiklerinde Hitler karşısındaki muhabire birkaç soru sorar.
Kendisinin cani olmadığını, halkın başa gelince ne yapacağını bildiği bir insana gönül rahatlığıyla oy verdiğini, bu durumda o sıradan insanların da cani sınıfına sokulması gerektiğini söyler.
“Hiç oturup kendinize insanların niçin peşimden geldiğini sordunuz mu?”
Cevabı yine kendi verir.
“Onlar da özlerinde tıpkı benim gibiler. Aynı değerin peşindeler.”
Muhabir tetiği çeker, yanağından vurulan Hitler gökdelenden aşağı düşer ama hiçbir şey olmamış gibi tekrar gökdelenin zirvesinde görürüz onu.
“Benden kurtulamazsınız,” der muhabire. “Ben sizin bir parçanızım. Hepinizin.”
Otuzlardaki Yahudi ve komünist tehdidi yerini mülteci tehdidine bırakmıştır.
Bugünlerde, mülteci nefretini körükleyerek
faşizmin yükselmesi mümkündür Hitler’e göre.
Faşizmi bugüne taşır…
Destekçi bulmakta da hiç zorlanmaz.
Nereyi kaşıyacağını iyi bilir ve yarattığı düşmanlık en sonunda mutlaka beklediği sonucu doğurur.
Mizahını sınırı, mizahı yapılanın incindiği yerde başlar diyeceğim de…
Birçoğundan nefret etsem de diyemiyorum işte, sanata sınır konamaz çünkü.