Mehmet Barlas’la anılar

Abone Ol
Üst kattayız, Makam Farkı seçkisine hazırlık yaparken gazetedeki köşesinde kullandığı kravatı bana hediye ediyor. Bir gün başyazar olduğunda…’ Yılda sadece bir-iki gün taktığım sarılı-turunculu-mavili rengârenk Milimetric kravat. Aklımda iç içe geçmiş sahneler var. Zihnim bana çeşitli oyunlar yaparak zamanı ortadan kaldırdı, rüya fluluğunda görüntüler şimdi, art arda. Çömez gazeteci söyleşiler yapıyor. Bir gün Sabah’ı arayıp Mehmet Barlas’ın telefonunu isteyecek, vermeyecekler, kendi numarasını bırakacak. “Söyleşiler yapıyorum, kendisiyle de görüşmek isterim.” Biraz sonra telefon çalar. “Beni aramışsın, Mehmet Barlas.” Üşüten bir sıcak enseden vücuda yayılır, uzun ama kesik tanıtma cümleleri. “Okuyorum söyleşilerini, çok beğendim, istediğin zaman gelebilirsin.” Görüntü siliniyor. Bodrum’dayız, salata Kore usulü; Necdet Bey uğramış, yeni yaptırdığı su böreklerinden yediriyor. Yeniden o ilk gün, site girişinde “Kimsiniz?” diye soruyor güvenlik görevlileri, “Berber misiniz?” Gazeteci olduğumu söylüyorum. “Randevulaşmıştık.” Hafifseyen gözlerle bakıyor bana, bütün hazırlığım paramparça, içimde “Gazeteciye değil berbere benziyorsun!” sözleri, susmamacasına. Kapıya çıkmış, beni beklerken buluyorum. “Hoş geldin.” Portakallı çikolatalar ikram edecek, “Kahve içer misin?”, “İçerim”, uzunca bir söyleşiye başlıyoruz. Gitmeden bir fotoğraf, hem gazete için hem de hatıra. Kapıya kadar geçiriyor, “Her zaman bekleriz”, bir küçük teşekkür. Mehmet Barlas’ın birkaç sene önce çıkan kitabını okurken görüntüler sürekli değişiyor. Ergenekon kararları açıklanmış. Bodrum’dan canlı yayın, NTV bahçeye düzenek kuruyor, verandada kalabalık bir sofra. Mehmet Barlas verilen müebbetlere karşı çıkıyor. “Bu insanlara müebbet vererek sadece intikam arzusunu büyütmüş oluruz, başka bir işe de yaramaz,” minvalinde bir söz söylüyor, “toplum zaten kararını verdi.” Biri dev biri cüce iki köpek koşuştururken etrafta, gazetecilik maceralarını anlatıyor. Zaman’ın genel yayın müdürlüğünü bir günde bırakışını, Çölaşan’la kavgalarını, hiçbir gazeteciye dava açmadan mesleki kariyerini tamamlayacağını… Çölaşan’ın saldırılarına cevaben “ondan kurtulmak için sinek ilacı lazım,” diye yazdığını ama şimdi bunları büyük ölçüde manasız bulduğunu… “Sana da tavsiyem, kimseye dava açma.” Yiğit Bulut’un Habertürk’ten atılması üstüne hayli çeşitli şakalar yapılıyordu. “Kim olursa olsun, bir gazetecinin işinden atılmasına sevinilmez,” demişti. Hitchcockvari üşüşen sahneler, sanki aynı büyük günün parçası.
 “Sen evinde Evren’i ağırladın,” suçlaması, Ahmet Hakan’ın sütununda, gün aşırı. Mehmet Barlas’a Kenan Evren’le ilişkisini soruyorum. Gülüyor, “Bak, seni de ağırladım” diyor, “Ahmet Hakan da gelmişti, Evren de geldi…”
Ahmet Hakan’la müthiş bir polemiğe girişmişler, “Sen evinde Evren’i ağırladın,” suçlaması, Ahmet Hakan’ın sütununda, gün aşırı. Kenan Evren’le ilişkisini soruyorum. Terazinin bir yanı 12 Eylül, darbe, işkence; öte yanı, “Evinizde ağırlamışsınız.” Gülüyor, “Bak, seni de ağırladım” diyor, “Ahmet Hakan da gelmişti, Evren de geldi…” Bir derin nefes, “Örsan Öymen’i falakaya yatırıyorlardı, bana ulaştılar, Evren’i arayıp onu falakadan kaldırdım,” diyor, bir derin nefes daha: “Sen yapmaz mıydın?” Bunu hiç düşünmediğimi fark ediyorum. Hasan Cemal’in Tank Sesiyle Uyanmak kitabında Evren ile Barlas arasındaki bir anekdota rastlıyorum. Mehmet Bey, Evren’in içtiği sigaradan taşıyormuş yanında, gazetecilerle çıktığı bir uçak yolculuğunda sigara isteyince, Barlas ikram etmiş. Evren’in sigarasını yakarken Tercüman’ın yasaklı yazarı Nazlı Ilıcak’ın yazılarına yeniden başlayabilmesine rica etmiş. Kendi kendime aynı soru: “Sen yapmaz mıydın?” “12 Eylül’le beni ilişkilendirenler çıkıyor. Ben o zaman gazeteci bile değildim, Yılmaz Çetiner ile birlikte matbaacılık yapıyordum! 12 Eylül’den kısa bir süre sonra Evren’in karısı vefat etti ve ben de bir yazı yazdım. Evren’le diyalog kurmasaydım Örsan için daha mı iyi olacaktı? Diğerleri için?” Biraz daha 12 Eylül konuşuyoruz. “Referandum’da ‘Evet’ dendi. Niye? ‘Evet’ çıkmasa gitmeyecekti. Ama benim için gelecek Özal’daydı. Bir şekilde Evren pasifize edilmeli ve yürütme Turgut Özal’a geçmeliydi. Ama bu her zaman istenen şekilde olmuyor.” Bir akşam, evde, “Sende benim Özal kitabım var mı?” diye soruyor. Aksilik, hepsi var; bir o yok. İçerden getiriyor. “Senin de Özal’ı tanımış olmanı çok isterdim” yazmış ilk sayfasına. Diğer kitaplarına bakıyorum, hepsi imzalı. Dün Dündür’ü onların yanına koyuyorum; yepyeni duruyor ama imzasız, yetim. Ve, her ne yapıyorsak yapalım, mutlaka müzik. “Şu kavli sürahi eğilir, sagara söyler ne der” yerini Bekir’e bırakıyor, Ayşegül Durukan’ın ardından “Muazzam Abacı”. Özal kitabını okumaya Montpellier’den Nice’e giden bir trende başlayacağım. Gençlerin eskisi gibi kavga etmediklerini, bunun yerine el ele tutuştuklarını ama Ecevit ile Demirel’in “yeniyi anlayamadığını” söylüyor. Sehpanın üstünde Özal’la Mehmet Barlas’ın birlikte çekilmiş fotoğrafları. Üst kattayız, Makam Farkı seçkisine hazırlık yaparken gazetedeki köşesinde kullandığı kravatı bana hediye ediyor. “Bir gün başyazar olduğunda…” Yılda sadece bir-iki gün taktığım sarılı-turunculu-mavili rengârenk Milimetric kravat. Kitabın içindeki albüme bakıyorum, Mehmet Bey biraz yaşlanmış gözüküyor gözüme, hemen değiştiriyorum sayfayı. Kitabın en sevimli bölümünü yeniden okuyorum: Arif Sami Toker, Anadolu’da bir yere gitmiş, halk da onu meşalelerle karşılamış. Arif Sami sevinmiş tabii ama gerçek biraz sonra ortaya çıkmış, meğer halk gelen Toker’i İnönü’nün damadı Metin Toker sanıyormuş ondan meşalelerle karşılamaya gelmiş! Bazı konuşmalarımız, söyledikleri, bir arkadaşıyla dertleşircesine; şimdi, burada yazamayacağım şeyler, hep aklımda. Masaya birkaç aperitif çıkıyor. Ekmeğe tereyağı sürüyor, üstüne bir parça foie gras, bana ikram ediyor. Onun misafiriyim çünkü, aradaki yaş ve kıdem farkı berhava oluyor. Nehir söyleşiyi hazırlayan Göksan Göktaş, “her devrin adamı” ithamını da sormuş. Mehmet Bey de darbelerden ailece çok çektiklerini anlatmış. Bu soru ve bu cevap, maalesef, yeni değil ve herkes istediği gibi düşünmekte özgür. Bazen gündemden, güncel yazılardan kaçıp anılara sığınmak gerekiyor. Bazen insanlar anılarda daha güzel yaşıyor. Seneler var, Mehmet Bey’le hiçbir diyalogumuz olmadı. Ama bugün kötü anıların hiçbirine yer yok; Charles Aznavour’la söyleşi yaptığımı söylediğimde önce inanmamış, sonra şaşırmış, derken, birkaç saat içinde verandada yemek yiyip bu başarımı kutlamıştık. Bodrum’a geldiğimde arardım. “Hemen mayonu al, Gündoğan’a gel.” En son, Çetin Altan’ın anmasında tesadüfen yanyana oturduğum Ayşe İçinsel’e, bir başka tesadüf eseri yanımda bulunan kartpostala yazdığım mektubu size iletmesi için… Yitip giden bu anılar çok yoruyor şu an. Cümleleri toparlayamıyorum. Mehmet Bey, sizi hep iyilikle hatırlayacağım. [caption id="attachment_248678" align="alignnone" width="1792"] Hediye ettiği kravat...[/caption]