Merkez kavramını tıpkı Bilgehan Özpek gibi hayatı rahatlatacak bir enstrüman olarak görüyorum. Erdoğan’ı alt etme hedefine kilitlenen muhalefetin, müzakere, uzlaşma ve siyasi pragmatizm ekseninde bir araya gelmesini savunuyorum.
Burak Bilgehan Özpek
“merkez” kavramını ve
“merkez siyaseti” gündeme taşıyalı neredeyse iki sene oldu. Bu önermeye göre iktidar uzunca süredir merkezden uzaklaşıyor, muhalefetinse hem boşalan merkezi doldurmak hem de iktidarı merkez etrafında oluşacak geniş konsensüs ile sınırlamak adına bu kavrama ihtiyacı olduğu görülüyordu.
Özpek, merkez siyasetin unsurlarını kabaca şöyle tanımlıyordu: İktidarı sınırlandırmak adına ideolojik referanslardan feragat edilerek uzlaşma ve müzakere yöntemiyle bir araya gelinmesi; hayatın gündelik ve toplumu boğan sıkıntılarına karşı toplumsal ihtiyaçlara yönelik siyasetin esnek ve pragmatik davranabilmesi ile kamusal tartışmanın önünü açacak yeni diyalog kanallarıyla medeni bir yaşam vaadi. Merkez ana hatlarıyla bu önermenin çeşitli aktörlerce alternatif formlara açık biçimde siyaseten icra edilmesine dönük bir önermeyi tanımlıyordu.
Ben de bu yazıdan hareketle ve kavramı farklı açılardan yorumlayarak yaklaşık iki senedir merkez kavramı üzerine belki on yazı yazdım. Toparlamak ve özetlemek gerekirse çok kere yazdığım ve makul merkez kavramına yaptığım naçizane katkıları birçok açıdan yeniden hatırlatarak daha sarih biçimde değerlendirebiliriz.
Merkez kavramını tıpkı Bilgehan Özpek gibi iktidarı ve devleti sınırlandıracak aynı zamanda hayatı rahatlatacak bir enstrüman olarak görüyorum. İdeolojik referansları kısarak Erdoğan’ı sandık yoluyla alt etmek gibi bir makro hedefe kilitlenen muhalefetin, müzakere, uzlaşma ve siyasi pragmatizm ekseninde bir araya gelmesini savunuyorum.
Büyük ahlaki ve ideolojik anlatılarla yaratılmak istenen ve gözleri hayatın oluşuna-işleyişine kapalı muhayyel bir ütopik toplumla değil; halihazırda mevcut biçimde yaşayan ve her fani gibi türlü sıkıntılarla boğuşarak sürekli yeniden oluşan toplumun ihtiyaçlarına dönük ivedilikle çözüm üretebilen siyasi kapasiteyi savunuyorum. Bu durumun da bu topraklara ve ahaliye has, asırlardan beri tarihten süzülerek gelen bilinçdışı davranış kodlarıyla şekillendiğini iddia ediyorum.
Sınıfsız ve mülksüz bir toplumda, mülkiyet hakları ve şuurunun gelişmeyişine bağlı olarak, Osmanlı iktisadi sisteminde ahalinin daimi bir halde huzur, güven ve refah arayışını mülkiyetin yegâne sahibi olan devlet ve devletlilerde gördüğünü belirtiyorum. Buna mukabil ahalinin ilkel bir rasyonellik hali olarak bilinçdışı hayatta kalma ve hayatını sürdürme endişesinin zaman içinde bilinçli politik bir araçsal rasyonelliğe evrildiğini söylüyorum.
Merkezin çıkış noktasının ve bu coğrafyadaki hermenötiğinin de bahsedilen bilinçdışı davranış kodlarının bir çeşit politik araçsal rasyonelliğe dönüşen siyasal evrimiyle şekillendiğini yazıyorum. Devleti ve devletliyi, serbest piyasa ve özel mülkiyetin rekabetine dayalı aktörlerce sınırlamak mümkün olmadığından; bunun yerine ahalinin devlet ve devletlilerle esnek ve kayırmacı bir zeminde politik bir füzyona girerek otorite etrafında bunu en geniş mutabakat ve menfaat arayışına döktüğünü söylüyorum.
Merkez, toplumun kendini bir otorite etrafında en geniş mutabakata ve menfaate tahvil etmek gayretinin adıdır. Siyasi marjinalliğe karşı merkez arayışı, hayatı emniyet altına almanın da çabasıdır.
Merkez belirli bir norma ve kurala bağlanamasa da toplumun kendini bir otorite etrafında en geniş mutabakata ve menfaate tahvil etmek gayretinin de adıdır. Siyasi marjinalliğe ve radikalizme karşı merkez arayışı, hayatı emniyet altına almanın da çabasıdır. Merkez, devleti ve devletliyi bir nevi ahlaki ve ideolojik bir kurguya değil; hayatın akıp giden olgularına mecbur eder, anbean yaşanan sorunlara çözüm üretmeye ve bu çözüm hallerini topluma en geniş çapta dağıtmaya zorlar, aksi takdirde türlü siyasi tecrübelerle sabit olduğu üzere sandık yoluyla iktidar yolunun kapanacağına da işaret eder.
Günümüze gelecek olursak merkezin, iktidarın siyasi ve iktisadi olarak marjinalleşmesine mukabil görece boşaldığını iddia edebiliriz. Ancak devasa ve tarihi boyutlara ulaşan kayırmacı kaynak dağıtımının popülist bir kültür savaşına kenetlendiğini ve tam da bu yüzden mevcut iktidarın hala merkezin makul olmayan bir kısmını elinde tuttuğunu da söylüyorum. Bu tecrübeyi Ecevit ve Özal gibi merkez sol ve merkez sağ tecrübelerinden ayıran ve atipikleştiren durum da budur. Onlar siyasi ve iktisadi olarak marjinalleştiğinde ya da merkezden uzaklaştığında ahali bu aktörlere iktidar yolunu kapatıyordu ancak Erdoğan’a henüz tam olarak kapatmış değil.
Tüm bu süreçlere ek olarak tarihteki iki büyük merkez tecrübesini de yazdım.
‘Aksiyoner Kemalist Merkez’ ve ‘Reaksiyoner Rövanşist Merkez’ başlıklı yazımda bunların aktör, metot, yorum ve amaç farklılıklarını da ortaya koydum.
Kemalist aksiyoner merkezin aktörünün asker ve bürokrat olduğunu, yönteminin mecburi de olsa rızasız tepeden siyasete dayandığını, yorumunun dışlayıcılıktan ziyade kısıtlayıcı ve seçkin bir merkez arayışı olduğunu, amacının ahaliyle devlet füzyonunu emniyetle geleceğe taşımak olduğunu da söyledim. Rövanşist reaksiyoner merkezde, Erdoğan tecrübesinin aktörünün halk olduğunu, yönteminin rızaya dayalı olsa da popülist tiranlığa dönüştüğünü, yorumunun çevreden merkeze doğru bir yürüyüş değil aksine talan ve istila üzerine oturduğunu, amacının yine ahaliyle otorite füzyonunu geleceğe kayırmacı zeminde taşınmak olduğunu da belirttim.
Tüm bu tecrübelerden sonra kuşatıcı ve kapsayıcı bir merkez imkânının önümüzde durduğunu, Kemalist tecrübeden mülhem seçkin ve liyakatli merkez tecrübesini, rövanşist tecrübeden mülhem siyaseti bu sefer rıza yoluyla tabandan üretme imkânına bu süreci eklemlemenin de tarihi bir fırsat olarak önümüze geldiğini ifade ettim. Böylesi bir dönemde halkın kendi eliyle yetkiyi teknokrat, bürokrat ve entelektüellere devretmek mecburiyetinde kalacağını; bu süreç muhalefet tarafından iyi yönetilebilirse eğer halkın ilk defa kendi atayacağı kuvvetler ayrılığına dayalı yargı temelli meşru bir vasiye de razı olacağını belirttim. Bu vaziyetin merkezin siyaseti şekillendirme gayretinden öte, gayrı şahsilik temelinde yükselen bürokratik hukuk devletinin ve gerçek anlamda imtiyazsız bir ulusun yolunu açabileceğini de vurguladım.
Merkezin bu süreçte ideolojilerden feragat ederek bir araya gelen uzlaşmacı tavrının hayatı normalleştirmenin ve siyaseti stabilize etmenin anahtarı olduğunu; merkezin önümüze gelen bu tarihi fırsatla beraber sürekli muğlak ve esnek bir zeminde gidip gelen doğasının belirli norm, kural ve kurumlara bağlanabileceğini de defaatle belirttim.
Merkezin ruhunun, iktidarın ekonomik prekaryalaşma tehdidi yaşattığı ulusun yanında kültürel prekaryalaşma tehdidiyle de var gücüyle üzerine abandığı şehirli eğitimli orta sınıflarda saklı olduğunu; bu ruhu seküler vatanperverlik olarak tanımladığımı da yazdım. Bu seküler vatanperverlik kavramını, toplumu dikey kesen mikro kolektif kimliklerden ve ideolojik siyasi yansımalardan uzak olduğu için tercih ettim. Seküler vatanperverlik zemininin, toplumu yatay bir şekilde kesen eksende buluşturmakla beraber muhalif siyasi merkezin çekirdeği; pratikle iğfal edilmemiş imtiyazsız bir ulus ve sınırlandırılmış bürokratik hukuk devleti ideali adına bir motivasyon zemini olduğunu da belirttim.
Seküler vatanperverlik kavramını, I. Meşrutiyet ile II. Meşrutiyet arasına sıkışan Sultan Abdülhamid’in otuz yıllık istibdat döneminde hürriyet ve meşveret etrafında birleşen Genç Osmanlılardan Jön Türklere kadar içinde İslamcıların, Türkçülerin, liberallerin ve sosyalistlerin olduğu bir entelektüel merkezin analojisi olarak da teklif ettim. Böylelikle Erdoğan yönetiminin otoriter ve müstebit karakterine karşı tüm ideolojilerden farklı aktörlerin refah, demokrasi ve hukuk şemsiyesinde bir araya gelişinin merkezi tahkim edeceğini de anlattım. Böylesi bir motivasyona sahip bir merkezin ulus devlet ve cumhuriyetin serbestiyetçi laiklik, imtiyazsız ulus, gayrı şahsi tüzel devlet ilkeleri gereğince yıkılmış kolonlarını onarma kapasitesine sahip olduğunu ve bunun prosedürel demokrasinin alt yapısını hazırlayacağını da vurguladım.
Tüm bu merkez arayışına herhangi bir ideolojinin tek başına ve aşkın bir tahakkümle varamayacağını, seküler milliyetçiliğin de buna dahil olduğunu sosyal medyada defalarca yazdım. Seküler milliyetçiliğin sekülerleşme sürecine mutlak bir olumsallık yüklenemeyeceğini; toplumsal zihniyette biriken otoriter tortuların her yapı gibi onu da esir alabileceğini ve hatta daha şehirli-rafine bir popülizmi türetebileceğini, buna karşı demokratik sekülarizmin kurallı ve kurumsal yapısının teminat olacağını da ifade ettim.
Tüm bunları başta Karar gazetesi olmak üzere, İndependent Türkçe, Daktilo1984, Perspektif Online ve Politikyol gibi mecralarda yaklaşık iki yıl boyunca yazdım.
Bu kavrama ne kadar ihtiyaç varmış meğer, muhalif siyasetin son dönemde merkez arayışlarından tutun da muhalif entelektüeller arasında dönen tartışmalara kadar merkez kavramı ciddi anlamda hayatımızın baş köşesine oturdu.
Bu kavrama Türkiye siyasetinin ne kadar ihtiyacı varmış meğer, muhalif siyasetin son dönemde merkez arayışlarından tutun da muhalif entelektüeller arasında dönen tartışmalara kadar merkez kavramı ciddi anlamda hayatımızın baş köşesine oturdu.
Erdoğan sonrası geçiş döneminin nasıl bir seyir izleyeceğini belirleyecek şey de bu tartışmaların seyri olacağa benziyor; merkez kavramı ve siyasetinin hangi aktörlerce nasıl yorumlar üzerinden siyaseti ve entelektüel alanı belirleyeceği de bu tartışmalar üzerine kuruluyor.
Birikim Dergisi’nin Nisan 396. Sayısında Ertuğrul Kaan Yıldırım’ın
“Post post Kemalizm, Geçiş Dönemi Tartışmaları, Makul Merkez, Siyasi Pragmatizm” başlıklı kapsamlı eleştirisi de bu yolu berraklaştırmaya yönelik ciddi bir metin olarak tartışma hayatına girdi. Bu yazıda Ertuğrul Kaan Yıldırım, Burak Bilgehan Özpek ile beraber benim merkez önermemi ve anlatımı da eleştiriyor.
Ne var ki eleştirdiği kısımda yazının ciddiyetine halel getirecek biçimde maddi hatalarla dolu birtakım çıkarımlar yapıyor ve kendi izlenimi ile benim iddialarım arasında yakaladığı geçişkenliğe dayanarak zemini kaydırıyor ve bunları birbirine karıştırıyor.
Ertuğrul Kaan, yazısının şahsıma dönük eleştiri kısmında,
“Ulus devletçi Kemalist yaklaşımı dile getiren yazarlardan Kutlu Kağan Dalkılıç, Türklük kimliğinin önvarsayıldığı, kimlikler arası etkileşimin önüne geçildiği, yani tartışma konularının ve içeriğinin olabildiğince daraltıldığı bir kamusal alanın inşasını makul merkez olarak işaretlemektedir.”
Tüm bu anlattığım ve yazdığım yazılara atıflarla belirttiğim süreçten, benim Kemalist yaklaşımı dile getirdiğimi ifade etmek gerçekten büyük bir yetenek ve hayal gücüne sahip olmayı gerektiriyor. Ulus devleti savunuyorum, ancak bunu tek tip bir tahakkümcü otoriter siyasetle ve yeşeren kamusal alanı daraltmak biçimiyle değil, aksine alenileştirerek ve tanımlayarak genişletiyorum. Kemalist de değilim, bunu işaret eden kamusal bir ifadem de yok. Bunlar bir paket değil, ayrı ayrı ve mesafeli olarak da değerlendirilebilecek şeyler. Yazının ciddiyetli eleştirileri içerisinde bu eleştirinin oldukça büyük bir önyargıyla ve kurguyla şekillendiğini bu sebeple söylemeliyim.
Merkezin ideolojiler üstü bir mutabakata dayanacağını zaten temelde merkezi kuran şeyin uzlaşma ve müzakere kültürü olduğunu, bunun siyasi bir otorite etrafında en geniş kamusal mutabakat ve menfaat arayışına dayandığını, Kemalist ve rövanşist tecrübelerden kapsayıcı bir başka tecrübeye geçebileceğimizi bunun ana motivasyonunun seküler vatanperverlik olduğunu ancak yine de tüm olumsallığın buraya yüklenemeyeceğini kurallı ve kurumsal bir sistemin koruyuculuğuna muhtaç olduğumuzu vurgulamıştım.
Ertuğrul Kaan’ın bir paragrafta adeta
“Allah Allah nidalarıyla bir elde post Kemalistlerin kredisi ve paradigması tükenmiş kalkanıyla, diğer elde kolektif grup kimlikçiliğinin ulusu keyfi ve kaotik biçimde hukuki statüsü muğlak bir egemenliğe sürükleyerek kamusal alanı imtiyazlı toplulukların cinnet haline mahkûm eden kılıcıyla üzerime asılsız biçimde yüklendiği kurgusal bir cenk halinin” büyük bir entelektüel konfor olduğunu düşünüyorum.
Ertuğrul Kaan devam ediyor,
“Dalkılıç’ın yeni dönem için önerisi de hedefe koyduğu (post Kemalist) bu projeye benzemekte, yalnızca projeyi yürütecek egemen aktörün ve ideolojinin ismini değiştirmektedir. Seküler Türkçü bir kadro, yükselen milliyetçilik dalgasını arkasına alarak ülkeyi demokratikleştirecektir.”
Baştan beri belirttiğim üzere otoriter siyasetin bir zihniyet olarak asırlardır aramızda dolaştığını, her şeyi her şeye rağmen esir alma tehlikesi olduğunu söylemiştim. Seküler Türkçülüğün tüm ideolojiler gibi merkezi ve geçiş dönemini baltalayacağını ve kalıcı bir mutabakat zemini yaratamayacağını, bu durumun hem kapsayıcı olmayan zemininde hem de belirli bir ideolojik referansın geleceği ipotek altına alacak tahakkümcü tarzında saklı olduğunu da ifade ettim. Her şeyden evvel merkezin yapısal cumhuriyet kolonları kurulmadan ve prosedürel bir devlet inşa etmeden demokratikleşme ajandasına atıfla anılmasını anlayamıyorum.
Demokratikleşmenin siyasi içeriğinden önce kurallı ve kurumsal kapasitesi yüksek biçimde çalışan gayrı şahsi tüzel bürokrasi üzerinde yükselen prosedürel devlete ve kanun önünde eşitliği siyasi pratikçe yaralanmamış imtiyazsız bir ulusa, şeffaf ve aleni bir kamusal alana ihtiyacımız var. Bu kolonlar olmadan demokratikleşme içeriğini ve ajandasını erkenden tartışamayız. Bu potansiyelin teminatı da her şeyden önce aktörlerin bir ideolojik kadro ve motivasyonla merkeze ve geçiş dönemine talip olması ile ülkeyi demokratikleştirme hayali değil; çok aktörlü sistemin yapısal bir dengeye kendiliğinden kavuşabilmesidir. Bu dengeyi siyasi olarak yönetebilme becerisidir.
Doğan Gürpınar’ın yazısında belirttiği geçmiş tecrübelerde farklı siyasi pratiklerin alternatif merkezlerinin; harici siyasi pratiklere bir cehennem yaşattığı yazısını da bu anlamda okuyabiliriz. Bugün iktidar da merkezin bir kısmına dahil olmak üzere merkez siyaset muhalefet arasında parçalı ve dağılmıştır. Konsolide ve yeknesak bir merkez yok; bu yüzden siyasi tabloda endişeler ve gerginlikler süreklilik halini alıyor ve fakat bu durum çeşitli merkez iddialarının geçiş döneminde çok aktörlü tabiatı gereği etkileşime gireceği optimal bir doğal dengeyi zaten vadediyor. Burada güveneceğimiz şey, ne post Kemalistlerin her ne kadar tükenmiş olsa da geçiş dönemi merkezine cılız tesiridir ne de Kemalistlerin ya da seküler milliyetçilerin yükselen konjonktüre dayalı yüksek egolu ve mutlak haklılıkla malul merkez tahayyülüdür.
Merkez kendi tabiatı gereği ve aktör çeşitliliğiyle mülhem doğal dengeyi bizzat içinde barındırmaktadır; önemli olan bu dengeyi siyaseten yönetebilme ve taşıyıcı kolonlara kalıcı bir mutabakatla aktarabilme kapasitesidir. Bu da muhalif siyasetin yönetişim becerisiyle doğrudan ilgili bir meseledir.
Sonuç itibariyle merkez tartışmaları dünden bugüne geçiş dönemi varsayımlarına ciddi bir katkı yaptı, bundan sonra da nitelikli katkılarla daha da zenginleşeceğe benziyor. Bu eleştiriler ve karşı eleştiriler, kamusal alanda merkez hakkında tartışma ve uzlaşma zeminine, medeni bir diyalog atmosferine katkı sunacağı gibi kendi içinde merkeze dair iddia sahiplerinin de demokrat bir merkez zihniyetine adapte olup olmadığını da sınayacaktır. Geçiş dönemi tartışmaların kendisinin imtihanı bizzat merkezin siyasete, ulusa ve devlete yapacağı katkıdan evvel tartışmacı aktörlerin merkezi taşıyacak kamusal alanı genişletecek olgunluk ve medeni iletişime açık olmasından geçmektedir.