Mahmut Üstün yazdı | Merkezin çöküşü, AKP’nin yükselişi ve düşüşü: Bir analiz denemesi

Abone Ol
AKP kimilerine göre boşalan merkeze konumlanmış bir partiydi. Kimi yazarların yorumu ise, AKP’nin bir merkez partisi değil Cumhuriyet karşıtı gizli ajandalara sahip şeriatçı bir “takiye partisi” olduğu yönündeydi. Bu yazı bu iki iddianın dışında konumlandırıyor kendisini. AKP başlangıç itibariyle tıpkı ANAP gibi, küreselleşme sürecinin istikrarsız yapısının ürünü olan eklektik, çelişkilerle yüklü, pragmatist ve tümüyle konjonktüre bağlı bir partiydi. Zamanla bu özelliğini koruyarak kendini yeni bir kulvara da taşıdı. Bu yeni konumu partinin Bonapartist, Sezarist, sağ popülist vb. gibi nitelemeler ile anılmaya başlamasına yol açtı. Bu nitelemeler bizim açımızdan AKP gerçeğini tam olarak anlatabilme yeteneğinden yoksunlar. Bu konuyu başka bir yazımızda ayrıca ele alacağız. Ama şurası bir gerçek ki AKP artık ANAP türü bir parti değil; tek adam yönetimi ve parti devleti nitelemesine daha çok uyan önemli bir dönüşüm yaşadı zaman içinde. Merkez partisi nedir? Bir partinin merkez partisi olup olmadığının iki önemli kriteri vardır: birincisi o partinin sistem içi bir parti olup olmaması; ikincisi de mevcut devlet yapılanması ile arasında kurduğu ilişki biçimi. Bir parti sistem içi olabilir, ama devlet yapısı ile kurduğu ilişki çatışmalı bir ilişkiyse bu partinin merkez partisi olarak nitelenmesi de mümkün değildir. Merkez partileri mevcut sistem ile mevcut devlet yapısının ikisini birden en başarılı biçimde temsil eden ve toplumun hatırı sayılır bir bölümünü de bu ilişkiye entegre edebilen partilerdir. Bu denge içerisinde daha milliyetçi ve muhafazakâr değerleri seslendiren, piyasa ekonomisi vurgusunu öne çıkaran partilere merkez sağ; daha modern ve yenilikçi değerleri öne çıkaran, bölüşüme ve kontrollü piyasaya daha belirgin vurgu yapan partilere de merkez sol partisi denir. Kimi yazarların dillendirdiği “Merkez sağ, toplumsal değerlerin temsilcisi olan ve toplumsal merkezi devlete karşı temsil edendir” savı, bu tanımlardan hareketle bakıldığında yanlış bir savdır. Eğer bu yazarların savı geçerli olsaydı; toplumun çoğunluğunu kazanmayı başaran sistem ve devlet karşıtı partilerin de merkez partisi olarak nitelenebilmeleri gerekirdi ki; böyle bir sav siyaset bilimi açısından geçersizdir. Bu nedenle AKP hiçbir zaman bir merkez partisi olmadı. Dahası 12 Eylül’ün ardından başlayan ve 2001 kriziyle bütün boyutlarıyla kendini dışa vuran merkez partilerin çöküşünün bir ürünüydü. Merkez partilerin varlığı ve başarıları sistemin istikrarına bağlıdır! Merkez sağ ve sol partilerinin işlevsel olabilmesi, sistemin az çok istikrarlı biçimde çalışabilmesiyle ve farklı ekonomi politikalara kısmen de olsa izin verecek bir esnekliğe sahip olmasıyla olanaklıdır. Eğer ekonomik yapı istikrarsızlaşmışsa; eğer sistemin ideolojik kodlarında ciddi çatlamalar olmuşsa; eğer uygulanan ekonomi-politikalarla toplum çoğunluğunun taleplerini asgari ölçüde de olsa yanıtlayabilme esneklikleri kaybolmuşsa ya da eğer sistem içi ya da dışı bir geçiş süreci yaşanmaktaysa, klasik merkez partileri de eski geleneksel işlevlerini yerine getirmekte zorlanacaklardır. Bu koşullarda sistem içi ya da dışı güçlü merkez kaç kuvvetler devreye girecektir. Neo-liberalizm, küreselleşme ve merkez çöküntüsü Küreselleşme süreci, neo-liberal ekonomi politikaların egemen olması, sosyalizm iddialı sistemlerin çöküşü bütün dünyada az çok istikrar taşıyan, nispeten süreğen bir rıza üretme kapasitesine sahip temsili sistemin de varlık koşullarını önemli ölçüde ortadan kaldırdı. Klasik merkez partileri kayganlaşan ve istikrarsızlaşan yeni siyasal zeminde eski ve alışık oldukları işlevleri yerine getiremez oldular. Uluslararası pazarın yaygın büyümesinin önündeki engeller, sermeye sınıfları açısından karlılık krizinin derinleşmesi anlamına geliyordu. Karlılık krizini aşmak ya da hafifletmek için yerel ve uluslararası pazarın derinliğine genişletilmesi mecburiydi. Küreselleşme ve neo liberalizm bu ihtiyacın ürünü olarak şekillendi. Yerel ve küresel pazarın derinliğine genişletilmesi ise o güne kadar pazar/meta ilişkilerine konu olmayan sağlık, eğitim başta tüm kamu hizmetlerinin ve kamusal müştereklerin pazar ilişkilerine çekilmesini ve ücretlerin baskılanmasını zorunlu kılıyordu. Devletin gelirin yeniden dağıtımına ilişkin fonksiyonlarının tasfiye edilmesi, kitlelerle merkez siyasal partiler arasındaki az çok istikrarlı ilişkiyi dinamitleyen bir öğeydi. Rıza üretimini yaşam ve çalışma koşullarına düzeltme eksenli sınıfsal politikalara dayalı olarak realize edemeyen siyasal partiler el mecbur kimlik hak ve talepleri üzerinden yeni bir rıza üretme stratejisine yönelmek durumundaydı. Bu ise hem kimliksel ayrışmaları tetikliyor hem de parti kitle bağlarını daraltan ve zayıflatan bir sonuç doğruyordu. Bu ortamda doğaları gereği kimlik politikalarına daha yatkın partiler ve onların içerisinde de pek çok farklı kimliğin taleplerini bir araya getirme mahareti gösterenler daha öne çıkıyorlardı. Bu durum merkez dışında olan veya oradan gelen partileri daha şanslı kılıyordu. Fakat bu konuda en başarılı olan partilerin bile uzun vadeli bir başarı göstermesi yine de ekonomik büyümeden kitleleri belli ölçüde de olsa nasiplendirmesine bağlıydı. Türkiye’de de temelde bu evrensel sebeplerle ve/fakat ek olarak 12 Eylül askeri darbesi, Kürt hareketi ve siyasal dinciliğin yükselişi gibi iç faktörler de eklenerek benzer bir süreç yaşadı. Tüm bu gelişmeler Türkiye’de de geleneksel merkezin krize girmesine yol açtı. Bu değişimler sonucunda ciddi güç kaymalarının yaşandığı yeni bir sürece girildi; sistem içi farklı ekonomik politika uygulama esnekliği kayboldu. Klasik merkez tanımı ve özel olarak da merkez sağ ve merkez sol ayrımları eski açıklayıcılıklarını yitirmeye başladı. Gelişkin ekonomik yapıya sahip ülkelerde merkez partiler krizin etkisiyle önemli ideolojik değişimlere uğramakla birlikte, fiziksel varlık ve etkilerini bir dönem daha koruyabildiler. Türkiye gibi istikrarsızlığın daha belirgin olduğu ülkelerde ise, bu değişimin sancısı ve sarsıntısı daha erken ve daha büyük oldu. AKP bu sürecin ürünü Siyasetin merkezinin çöküşe uğradığı bu dönemde, paradoksal ve ironik olarak sistem içi tüm partiler kendilerini -merkez sağ ya da sol da değil- bizzat merkezin kendisi olarak nitelemeye başladılar. Bazen de sistemin uçlarında yer alan partilerin güçlenmesinin yarattığı korku ve gerginlik “AKP merkeze kaydı”, “MHP merkez partisi oldu” gibi siyaset bilimi açısından geçersiz iddialarla yumuşatılmaya/perdelenmeye çalışıldı. Bu partilerin eskisine göre biraz daha merkeze kaydıkları söylenebilirse de yaşanan uçların normalleşmesinden çok sistemin uçlara -özellikle de sağ uca- yuvarlanmasıydı. Bu tablo içinde geleneksel merkez dışı partiler iktidara gelebiliyor. RP, MHP gibi kökleri olan partilerin yükselişinin yanı sıra, AKP ve Genç Parti gibi nevzuhur partiler de hızla yükselebiliyor. Hiçbir örgütü ve kadrosu olmayan Uzan’ın Genç Partisi’nin seçimden birkaç ay önce kurulmasına rağmen yüzde 10’luk barajı zorlayacak bir başarı elde etmesi bu açıdan çok çarpıcı bir örnektir. Fakat bu tür partilerin iktidarda kalabilmeleri iç ve dış, yeni ve eski güç odaklarını dikkate almaları, onlar arasında reel ve rasyonel bir denge tutturabilmelerine bağlı oluyor. Merkez kayması yaşamış bir siyaset zemininde bu partiler ne klasik merkez partisi olabiliyorlar ne de klasik merkez dışı ideolojik konumlarını koruyabiliyorlar. Bu partilerin varlıkları ve başarıları ise yukarıda belirttiğimiz gibi iktisadi büyüme- kitleleri bu büyümeden nasiplendirme ve farklı kimliksel talepleri bir arada içerebilme gibi büyük ölçüde konjonktürel koşullara bağlı faktörlerce belirleniyor. AKP için geçerli olan da buydu… AKP Sünni dinci damarı çok güçlü olsa da klasik şeriatçı bir parti değildi artık farklı kimliksel talepleri de seslendiren bir partiydi ve büyüme ve nasiplendirme süreci açısından da hayli şanslı bir konjonktürde iktidara gelmişti. Ama AKP klasik merkez partisi de değildi…Tıpkı ANAP gibi küreselleşme sürecinin istikrarsız yapısının ürünü olan eklektik, çelişkilerle yüklü, pragmatist ve tümüyle konjonktüre bağlı bir partiydi. Alışkanlıkları, kadro yapıları vb. açısından sistemin “eğitiminden” azade kalmış olan bu yeni türedi partiler, sistemle bu nedenle belli sorunlar yaşasalar bile, küreselleşme ve neo liberalizmin gereklerini yerine getirmek açısından eski merkez partilerinden daha iştahlı halleriyle sermaye sınıfının tümünün destek ve hayranlığını da toplamayı başarabiliyorlar. AKP açısından da durum aynan bu şekilde gelişti. Ne var ki bu tür partiler tutarlı bir ideolojik yapı, istikrarlı bir toplumsal taban ve tüm bunlarla oluşmuş belirli bir kadro tipolojisinden yoksun oldukları için, varlığı tümüyle iktidara ve iktisadi konjonktüre endeksli olan partilerdir.  İktisadi konjonktür değişimiyle üzerinde yükseldikleri denklem bozuldukça, hızla irtifa kaybetmeleri ve iktidarı kaybettikleri anda ise hızla marjinal bir yapı haline dönüşmeleri, hatta yok olup gitmeleri genel kuraldır. ANAP ve Genç Parti örneği gibi… ANAP ve AKP… ANAP ve AKP kuruluşları itibariyle küreselleşme ve neo liberalizme daha yatkın, bu nedenle de küresel ve yerel sermayenin büyük desteğine sahip partiler olarak kuruldular. Her ikisi de sağı ve solu tek bir merkez partisi bünyesinde birleştirme çabasında oldular. İdeolojik dokuları bu nedenle esnek ve daha ziyade pragmatist oluşumlardı. Fakat iki partinin iktidarda oldukları dönem farklıydı. ANAP küreselleşme ve neo liberalizm dalgasının çok güçlü olduğu bir evrede iktidara geçti; AKP ise ilk yılları bir yana iktidarının sonraki dönemini büyük ölçüde neo liberalizm ve küreselleşme dalgasının geri çekildiği, temsili sistemin krizinin evrensel boyutta hissedilmeye başlandığı ve hem küresel planda hem de yerel planda hegemonya krizinin boy vermediği bir dönemde sürdürdü. En gelişmiş olanları da dahil kapitalist dünya da -bizce yanlış biçimde- sağ popülizm olarak nitelenen gerici/faşizan partilerin güç kazanmaya başladığı bu dönem AKP açısından, bu dalga doğrultusunda bir dönüşüm yılları oldu. Bu tarihten sonra AKP’nin giderek güçler ayrılığı ilkesini ve kurumsal özerklikleri berhava ederek bir parti devleti kurmak, tek adam yönetimi tesis etmek doğrultusunda yeni bir istikamete yöneldiğini gördük. AKP bu açıdan ANAP ile önemli anlamda farklılaşmakla birlikte bir noktada hala aynı özelliği ve kaderi paylaşıyor. Siyasi varlığı tıpkı ANAP gibi büyük ölçüde iktisadi dalgalanmalara ve siyasi iktidarı elinde tutmasına bağlı… Kimi değerli akademisyen ve yazarlar AKP’nin kendine has bir sosyolojik taban yarattığını ve bu nedenle varlığını koruyacağını öngörmekteler. Ama benim kanaatim AKP’nin iktidarı yetirmesinden sonra tıpkı ANAP gibi hızla çözülüp dağılacağı doğrultusunda… AKP liberalizm, muhafazakarlık, milliyetçilik ve siyasal İslam saç ayağı üzerine oturan bir partidir. Bu bileşimde siyasal İslam daha belirgindir; diğer unsurlar ise yoğun pragmatizm öğeleri taşır. Ne var ki kitlelerle ilişkisindeki belirleyici faktör bu ideolojik yapı doğrultusunda az çok bütünsel bir yeni sosyoloji yaratması değildir. Belirleyici olan dün de bugün de Erdoğan faktörüdür. Erdoğan kültünün ortadan kalktığı ya da ciddi ölçüde yıprandığı koşullarda partinin ideolojik temelli biçimde kitlelerle bağını koruyabilmesi imkansız gibi görünmektedir.  AKP’nin ANAP’ın yerini alması gibi AKP’nin yerini bir başa parti alabilir elbette. Ama bu partinin AKP’ye benzerliği AKP’nin ANAP’a benzerliği kadar olacaktır en fazla…