Mahmut Üstün yazdı | Bir AKP analizi eleştirisi: "Burjuvazilerin iç savaşı?" mı?

Abone Ol
Neo Liberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP derlemesinde yer alan makalelere bakabilirler. Tezin Temel Dayanakları… AKP iktidarını, iki burjuva fraksiyonun hegemonya kavgası ekseninde ele alan ve diğer gelişmeleri de bu temel üzerinde açıklamaya çalışan bu yaklaşımın temel savlarını şu şekilde özetlemek olası:
  1. TÜSİAD da örgütlü batıcı-laik burjuvazi ile MÜSİAD, ASKON, TUSKON, İŞHAD vb. yapılarda örgütlü İslamcı burjuvazi arasında yoğun bir hakimiyet mücadelesi bulunmaktadır. Bu mücadelenin kökleri 1960 sonlarına kadar götürülse de 1980’li ve özellikle 1990’lı yıllardan sonra bu çatışma biçim, içerik bakımından hem farklılaşmış hem de şiddetlenerek burjuva siyaseti şekillendiren bir boyuta ulaşmıştır,
  2.  Anadolu’da kapitalist ilişkilerin gelişmesinin bir ürünü olan İslamcı burjuvazi zaman içinde finans kapital boyutlarına ulaşacak ve dünyaya açılacak denli büyüyerek TÜSİAD burjuvazisinin karşısına ciddi bir rakip olarak dikilmiştir.
  3. Burjuvazinin iki başat fraksiyonu yalnızca pazar çekişmesi ve daha fazla kar arzusu eksenli bir çatışma/rekabet içinde değillerdir; aynı zamanda ve çok daha önemlisi birbirinden farklı iki büyüme/birikim stratejisini temsil etmekteler. Laik burjuvazinin yönü Batı’ya yönelikken, İslamcı burjuvazinin yönü (Batı ile de ilişkileri olmakla birlikte) esas olarak Avrasya, Asya, Ortadoğu, Afrika ve Balkanlara dönüktür. Bu durum iki burjuvazi arasındaki çelişkileri çok daha boyutlu hale getirmekte ve sertleştirmektedir.
  4. AKP iktidarı döneminde siyaset arenası, iki farklı burjuvazinin iki farklı stratejisi temelinde saflaşmış durumdadır. TÜSİAD, Ordu, Yargı, YÖK/Üniversiteler, CHP vb. bir tarafta; İslamcı burjuvazi, AKP, liberaller, Kürtler vb. bir tarafta… Zaman zaman ittifak bileşenleri değişse de yaşanan çatışmanın ana hattı budur.
  5. AKP döneminin (ve hatta biraz öncesinin) bütün önemli iç (28 Şubat, AKP’yi kapatma davası, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı krizi, Ergenekon davası vb.) ve dış (ABD ve İsrail’le gergin ilişkiler, AB’ye rest, Ortadoğu politikası, Rusya’ya yaklaşma vb.) siyaset olaylarını anlamak ancak “burjuvazilerin iç savaşı” olgusunu anlamakla olasıdır.
Yazı hakkında ön bilgilendirme… Bu yazı boyunca yöntemsel bir itiraz olarak İslamcı burjuvazi ve laik burjuvazi kavramını zorunlu kalmadıkça kullanmayacağım. Nedenini yazının sonunda açıklıyorum. Bunlar yerine TÜSİAD ve (şu an daha iyisini bulamadığım için) Yeni Büyüyen Burjuvazi (YBB) tasnifini kullanacağım. Bu yazıda AKP iktidarının en temel neden olarak YBB’nin artan güçlenmesiyle izah edilemeyeceğini; iç ve dış diğer güç odaklarının bu iktidarın oluşmasında çekinceli fakat önemli bir role sahip olduğunu göstermeye çalışacağım. YBB’nin son otuz yılda önemli bir güçlenme yaşamasına karşın TÜSİAD karşısında bir iç savaş örgütleyecek ve yürütecek bir güce sahip olmadığını iddia edeceğim. TÜSİAD ve YBB’nin izlenecek birikim stratejisi ile siyaset ve toplum tahayyülleri bakımından iç bileşimlerinin homojenlik düzeyinin TÜSİAD lehine birbirinden çok farklı olduğu görüşünü savunacağım. “Burjuvazilerin İç Savaşı” yaklaşımının TÜSİAD ve YBB blok ve ittifaklarının analizinde ciddi yanlışlıklar olduğuna ilişkin görüşlerimi ayrıntılandıracağım. AKP ve TÜSİAD arasındaki çatışmaların neden ve boyutlarını ortaya koyarak neden bu çatışmaların “burjuvaziler arası iç savaş” yaklaşımı açısından güçlü bir dayanak olamayacağına dair görüşlerimi ifade edeceğim. Yine bu yaklaşımın “laik burjuvazi”, “İslamcı burjuvazi” ve üçüncü yol” kavramlaştırmalarının sorunlu olduğu görüşümü temellendireceğim. Yöntemsel ve olgusal açıdan tezin eleştirisi… AKP iktidarı döneminin analizinde bazı faktörleri abartırken diğer bazı faktörlerin neredeyse hiç dikkate almaması bu yaklaşımı (bazı bakımlardan doğru ve/fakat) pek çok bakımdan yanlış sonuçlara götürmektedir. Bu yaklaşım savunanlar haklı olarak, ulusalcıların AKP’yi basit bir ABD projesi olarak tanımlamalarını sosyal ve siyasal gelişmeleri masa başında belirlenen “komplocu” ve “irade merkezli” olaylara indirgemekle eleştiriyorlar. Ve yine haklı olarak içsel faktörleri önemsememekle ve fakat dışsal faktörleri abartmakla eleştiririyorlar. Ne var ki kendileri de dışsal faktörleri neredeyse görmemezlikten geliyorlar. AKP iktidarını dış faktörlerden azade tümüyle içsel faktörlere bağlı (ve hatta zımnen ABD, TÜSİAD, Ordu gibi faktörlere rağmen) bir süreç olarak ele alıyorlar Yani aslında tersinden gelerek ulusalcılarla benzer bir yöntemsel zaafı paylaşıyorlar. Ayrıca bir başka açıdan da ulusalcı analize çok yakın duruyorlar. Zira her iki yaklaşımda AKP’nin yeri gelince ortaya çıkaracağı “gizli bir ajandaya sahip” olduğu ve her adımı en başından itibaren bu “gizli ajanda”nın rehberliğinde attığı konusunda hemfikir gözüküyorlar. Dolayısıyla tıpkı ulusalcılarda olduğu gibi, bu tezin sahipleri de AKP’nin ilk dönemini takiye ağırlıklı ve ikinci dönemini de gerçek amacın açığa çıkarıldığı bir dönem olarak ele alıyorlar. AKP’nin iktidarını basit bir ABD projesi olarak nitelemek ne kadar yüzeyselse küresel merkezlerin Türkiye’de yükselen siyasal İslam’ın olası iktidar koşullarını hiç hesap etmediği, buna yönelik stratejiler geliştirmediği ve bu doğrultuda müdahil olmadığını düşünmek de bir o kadar naif bir yaklaşım olur. Bizce dışsal faktörlerin sözkonusu sürecinin analizine önemli bir etken olarak mutlaka dahil edilmesi gerekir. AKP’nin iç ve dış güç merkezlerinin istekleri hilafına iktidar olması ve bu iktidarını sürdürebilmesi -hele de ilk yıllar açısından- hiç gerçekçi gözükmemektedir. Bu onayı AKP’nin “güçlenene kadar kendini gizlemek stratejisiyle” elde ettiğini savlamak ise sözkonusu karşı güçleri fazlasıyla hafife almaktır. Küresel güçler ve AKP İktidarı AKP ne iç ne de dış güç merkezlerinin o an gönül rahatlığıyla onay verdiği bir iktidar seçeneği değildir. Küresel ve yerli egemen blok açısından AKP pek çok avantajı olmakla birlikte riskleri de olan bir tercihtir. Ve bu güçler de bunun farkındadır. Merkez (sağ) siyasetin gümbürtülü çöküşü ve merkez sol eksenli yeni ve güçlü bir iktidar seçeneğinin o konjonktürde mümkün olmaması, AKP’ye verilen onayda önemli bir faktördür. Buraya kadar bu tezi savunanlarla aynı fikri paylaşıyorum. Fakat bu en önemli faktör de değildir. En önemli faktör AKP’nin ağırlıkla YBB’ye dayanmakla birlikte bir koalisyon da olmasıdır. AKP’nin süreç içinde tasfiye edilen kadrolarına, ittifaklarına baktığımızda ABD/AB/ TÜSİAD kanadının da iktidar içinde ciddi biçimde temsil edildiğini görmek olasıdır. Ayrıca Fettullah Gülen ekibinin parti ve iktidar içinde belirleyici rolü bir başka güvence ve sigortadır. “Burjuvaziler iç savaşı” yaklaşımının bu unsurları hakkıyla değerlendirmediğini düşünüyorum. Siyasal tarafların analizi de ciddi sorunlara sahip… Tam da burada sözkonusu yaklaşımın olgusal dayanaklar bakımından en zayıf taraflarından bir diğerine gelmiş bulunuyoruz, “Burjuvaziler iç savaşı” tezini öne sürenler “laik batıcı büyük burjuvazi” ve “İslamcı burjuvazi” tasnifini yaparken, bu iki kanadın kendi içinde mutlak bir homojenliğe sahip olmadığı hususunda gereken ihtiyatı göstermekteler. Fakat bu tasnifin TÜSİAD ve YBB’yi birbirine karşıtlık ve birbiriyle ortaklık gibi konularda nispeten homojen taraflar olarak ele aldığı da tabiatıyla açıktır. Ne var ki yakından bakıldığında YBB blokunda İslami retoriklerin baskın olması gibi bir ortaklık mevcut olsa da birikim stratejisi, iktidar ve toplum tahayyülü ortaklığının mevcut olmadığı görülecektir..Bilakis YBB’nin ana gövdesi bu alanlarda AKP’den ziyade ABD/AB/TÜSİAD çizgisine daha yakındır. Yalnızca TÜSİAD burjuvazisinin Anadolu’daki taşeron firmalarının örgütlü olduğu TÜRKONFED’den değil YBB’nin en güçlü kanadını temsil eden TUSKON ve daha küçük olan İŞHAD gibi örgütlenmelerden söz ediyorum. Bu kesimlerin küresel ve ulusal politikaya ve toplumsal hayata dair tahayyülleri örneğin YBB’nin diğer önemli gücü MÜSİAD’tan bir hayli farklıdır. Hatırlanacağı üzere zaten Gülenciler 28 Şubat operasyonunu da açık biçimde desteklemişlerdir. Ve bu destek bir korku desteği değildir. 28 Şubat’ta zarar gören sermaye guruplarına baktığımızda bunların ağırlıkla MÜSİAD’la bağlantılı olduğunu ve/fakat TUSKON’a bağlı şirketlerin bu süreci neredeyse sıfır yarayla atlattığını hatırlamakta fayda var. Bu durum iki farklı birikim stratejisini, siyaset ve toplum tahayyülünü temsil eden “laik batıcı büyük burjuvazi” ve “İslamcı burjuvazi” bloklaşması tezini en baştan ve en kritik noktadan dayanaksız bırakmakta, boşa düşürmektedir. YBB’ye daha yakın olsa da AKP’nin bir koalisyon olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda AKP’nin YBB’nin farklı bölümleri ile olan temsiliyet ilişkisinin de çok güçlü bir tabana sahip olmadığını ortaya koymaktadır. Dahası AKP’nin uzun süre ittifak yaptığı ve bu ittifak sayesinde -bir ayağı hala topal da olsa-hegemonik bir güç de inşa edebildiği liberaller ve Kürtler de AKP’yi büyük ölçüde bu tür bir koalisyon olması ve bu çerçevede Batı ve ABD ile Türkiye arasında çok daha dolaysız ve güçlü bir ilişkiyi tesis etmesi nedeniyle desteklemişlerdi. Zira her iki kesiminde farklı biçimlerde de olsa küresel güçlerle ilişkilerin artmasından lehte beklentileri vardır. Yani AKP’nin oluşturduğu iktidar ittifakının da “burjuvazilerin iç savaşı” ekseni üzerine oturduğu iddia edilemez Liberallerin sırf TÜSİAD ile YBB karşıtlığı kuran söylemlerine bakarak, ortada ciddi bir burjuvazi iç savaş olduğu ve liberallerin de bu savaşta YBB’den yana taraf olduğu sonucunu çıkarmak, gerçeği değil de söylemi öne alan yanlış bir çıkarımdır. Nitekim TÜSİAD’ın AKP’yi pek çok konuda desteklediği de hatırlanırsa, liberallerin AKP’ye desteğinin burjuvazi arası kamplaşmada saf tutmak biçiminde yorumlanmasına en azından ihtiyatla yaklaşmak gerekirdi.  Bu desteğin arkasındaki en belirleyici neden AKP’nin küresel güçlerle barışıklığıdır. Nitekim liberallerde, Kürtlerde neredeyse TÜSİAD ve küresel güç odaklarıyla eş anlı biçimde AKP’den desteklerini çekmişler ve AKP muhalifi haline gelmişlerdir. AKP’nin sınıfsal dayanakları ve siyasal ittifaklarına dair yapılan bu döküm bize “Burjuvaziler İç Savaşı” tezinde ileri sürülen tarzda bir saflaşmanın var olmadığını gösterir niteliktedir. Karşı bloklaşma da yanlış tanımlanmaktadır… Bu yaklaşımın bir başka olgusal zaafı karşı bloku da yanlış tanımlamasıdır. TÜSİAD; Ordu, Yargı ve hatta ulusalcı kesimler aynı bloklaşmanın içerisine sokulmaktadır. Oysa aynı dönemde TÜSİAD ile diğer kesimler arasındaki mesafe, TÜSİAD ile AKP ve liberaller arasındaki mesafeden çok daha uzaktır. AKP eliyle eski ordu yapılanmasının, yargı sisteminin, üniversite yapılanmasının dağıtılması ve yeniden yapılandırılması sürecine TÜSİAD, küçük bazı kayıtlar dışında açık sayılacak bir destek vermiştir. İtirazlar ise bazı “aşırılıklar”la sınırlıdır. Bilindiği gibi AKP’nin bu alanda yaptıkları ile TÜSİAD’ın hazırlattığı bir dizi raporda dile getirilen talepler büyük ölçüde üst üste düşmektedir. Eskinin gereklerine göre dizayn edilen ordu, yargı ve üniversite kadroları ve yapılanmasının bu kez neo liberalizm ve küreselleşmenin gerekleri doğrultusunda yeniden dizayn edilmesidir gerçekleşen. Ve bu konular YBB ve TÜSİAD arasındaki çatışmanın tezahürleri olmak bir yana, tüm bu konularda AKP/YBB, TÜSİAD ve küresel güçler aynı saflardadır. Ve bu reorganizasyon süreci AKP ile doruğuna çıksa da AKP ile başlayan bir süreç değildir. Başlangıcı Özal-ANAP’lı yıllara kadar uzanır. Tez sahipleri YBB’nin gücünü fazlasıyla abartmaktadır… YBB son 30 yıl içinde gerçekten de önemli bir güçlenme yaşamıştır. Fakat bu güçlenmeye rağmen TÜSİAD ve YBB arasında hala çok büyük bir sıklet farkı vardır. YBB’nin toplamı üzerinden düşünecek olsak bile bu böyledir. TÜSİAD ve YBB’nin toplam büyüklüğü ve gücü 6 ise YBB’nin bu güç içindeki toplam payı ancak 1 eder. Bir de anlattıklarımızdan kalkarak YBB’nin TUSKON ve İŞHAD kanadını bu hesaptan ayrı tutarsak güç dengesi 10’a 1’i ancak zorlar. Dolayısıyla AKP iktidarında rekabet ve küçük çaplı çatışmanın ötesinde iki farklı burjuvazinin kıyasıya bir iç savaş yaşadığını ve hem de YBB’nin (AKP’nin) bu mevzi çatışmalardan TÜSİAD’ı gerileterek çıktığını söylemek, verili güç dengeleri bakımından hiç gerçekçi gözükmemektedir. Olgusal bakımdan da bu tezi doğrulayan veriler yoktur. Bu süreçte mızmızlanan ve daha çoğunu isteyen, sorun yaratan hep TÜSİAD olmuş ve Erdoğan’da bu mızmızlanmalara karşı “bizim dönemimizde hiç olmadığınız kadar ihya oldunuz, hepsini istemeyi bırakında azıcıkta Anadolu sermayedarları nasiplensin” mealinde yüksek sesli cevaplar vermiştir. Gerçek tam da Erdoğan’ın sözlerinde olduğu gibidir. AKP ile en çok tartışır/çatışır gözüken Koç grubu AKP döneminde tarihinin en önemli büyümesini yaşayan sermaye gurubudur aynı zamanda. Yalnızca Koç mu?.. Mustafa Sönmez AKP Rejiminde ‘Koç’ Gibi Büyüme başlıklı yazısında bu soruya şöyle yanıt veriyor “Koç’un durumu böyle. Diğerleri, Sabancı, Eczacıbaşı, Boyner, Dinçkök, Yaşar, Doğuş, Tekfen, AEH, Borusan gibi geleneksel büyük holdingler için de durum farklı mı? Hayır değil. AKP döneminde hepsi büyüdüler. Dışarıdan akan kaynağı kullanmada, değerlendirmede ne engelle karşılaştılar ki? Bu anlamda rejime minnettarlar ve bunu çeşitli vesilelerle ifade ediyorlar da.” Bu söylenenler AKP döneminde özellikle devlet ihalelerinde YBB çatısındaki bazı sermaye guruplarının kayırılmadığı anlamına gelmiyor. Elbette kayırıldılar ve TÜSİAD-AKP arasında zaman zaman yüksek sesli hale gelen sürtüşmelerin arkasında ki önemli nedenlerden biri de bu durumdur. Önemsiz mi? Önemli… Çok mu önemli? Elbette… Ama burjuvaziler arası iç savaş tanımını hakkedecek kadar değil… İkincisi ise kriz dönemlerinde kural olarak rastlanan olağan sermaye/iktidar gerilimidir. Bu tür kriz dönemlerinde burjuvazi iktidarları “oy kaygısı”nı bir yana bırakıp bir an önce halka “acı reçete”yi içirmesi için zorlar. Ve kıtlaşan kaynakların iktidarca özellikle kendine yönlendirilmesini talep eder. Bu nedenle de sermaye, özellikle de büyük burjuvazi ile iktidar arasında gerilim yükselir ve hiç olmadığı kadar dışa yansır.” Burjuvaların iç savaşı” yaklaşımında istisnasız her bir TÜSİAD-İktidar çatışması neden ve içeriklerine bakılmaksızın tezi kuvvetlendirmek amacıyla aynı istikamette araçsallaştırılmaktadır. Oysa politik nedenlerle yüksek sesle dillendirmekten imtina etseler de kriz dönemlerinden kaynaklı benzer bir gerginlik AKP ve MÜSİAD arasında da yaşanmaktadır.  Geçtiğimiz günlerde T24’de Barış SoydanAKP-burjuvazi ilişkisi: Yoksa Marx yanıldı mı? başlıklı yazısında bu gerginliği şu şekilde anlatıyor: “Medyaya pek yansımıyor olabilir ama Anadolu sermayesi uzun zamandır alttan alta kaynıyor. Anadolu şirketlerinin yöneticilerine kulak verdiğinizde ekonomide, dış politikada, iç siyasette yapılan hatalara dair çok sert eleştiriler duyuyorsunuz. Ne de olsa kriz onları da vurdu, dolardaki sıçrama onların da belini büktü. Özel sektörün 200 küsur milyar dolarlık döviz borcunun bir kısmı onların sırtında. Piyasada yaprak kıpırdamazken bu borcu nasıl ödeyeceklerini kara kara düşünüyorlar. Dolardaki her tırmanış, CDS’lerdeki (iflas riski sigortası) her yükseliş, Anadolu sermayesi ile AKP arasındaki mesafeyi daha da açıyor…” Anlaşıldığı kadarıyla birinci el tanıklıklara dayalı olan bu değerlendirmenin son cümlesi AKP iktidarının “Burjuvaziler İç Savaşı” yaklaşımı ile açıklanmasını geçersiz kılan yeni ve güçlü bir başka olgusal gelişmeyi de işaret eder bir öneme haiz. İki farklı büyüme modeli… TÜSİAD’ın AB’ye çok olumlu baktığı ve özellikle Batı’ya yönelik bir iktisadi büyüme modeline yakın durduğu ve fakat YYB’nin ağırlıkla yönünün daha doğuya olduğu doğrudur. YYB’nin AB’ye bakışıyla TÜSİAD’ın bakışı arasında da bu anlamda gözle görülür bir farklılık vardır. Bunun bir gerilim ve çatışma kaynağı oluşturacağı da hiç kuşku götürmez. Ne var ki bu durum Türkiye’nin büyüme modelinin yön değiştirdiği gibi bir sonuca varmak bir yana, bugünkü ekonomik panoramaya bakıldığında bu yönde yakın gelecekte bir değişim olabilme olasılığı da gözükmemektedir. Böyle bir eksen kayması ancak ABD, AB, TÜSİAD’ı ve hatta YBB’nin bir bölümünü vb. açıkça karşıya alan bir “siyasal zor” marifetiyle olası olabilir. Mümkün müdür? Teorik olarak evet ama pratik olarak çok ama çok zor. Bu çok büyük bir altüst oluşu göze almayı gerektirir. Yine YYB’nin Avrasya, Afrika, Ortadoğu, Balkanlar vb.ne yönelişi küresel sistemin ihtiyaçları ile de örtüşmektedir. ABD’nin, Türkiye’nin bu bölgelerdeki askeri, siyasal, kültürel ve ekonomik varlığını kendi hegemonya mücadelesinin bir enstrümanı olarak kullanmak isteği AKP’den çok önceye dayanır. Bu çelişki aynı zamanda bütünleşik bir stratejinin de parçasıdır. TÜSİAD’la barışıklığı hiç tartışmasız olan Özal döneminden itibaren süregelen bir stratejidir de… Dolayısıyla bu durum kendi başına iki burjuva fraksiyon arasında bir iç savaş yaşandığı tezine altlık oluşturabilecek bir öneme sahip değildir. Ayrıca YBB’nin Batı ülkeleri pazarlarında daha silik olmasının en temel nedeni ideolojik değil ekonomik ve teknolojik güçle ilgilidir. Düşük teknolojili üretim yapan YBB’nin Batı yerine diğer pazarlarda rekabet etmeyi denemesi kendi açısından rasyonel bir tutumdur. YYB içinde teknoloji ve ölçek olarak büyüyen şirketlerin Batı pazarına olan ilgisinin arttığı ve bu eğilimin süreceği söylenebilir. Dolayısıyla büyüme modeli farklılığı olarak tanımlanan, bir anlamda gerçeklik payı da taşıyan bu faktör de bugüne kadar farklı burjuvalar arasında antagonist değil tali ve ---ortak stratejik amaçlar nedeniyle- büyük ölçüde rıza gösterilen bir çelişkidir. Bir Oksimoron: Laik burjuvazi/İslamcı burjuvazi/Üçüncü yol… “Burjuvaziler iç savaşı” tezini savunanların iki burjuva kampını tanımlarken “laik burjuvazi” ve “İslamcı-dinci burjuvazi” kavramlarını kullanması ise bizce kendi başına problemli ve hatta ciddi biçimde yanlıştır. Dinselleştirme küreselleşme/neo liberalizm ikilisinin en temel öğesidir ve bugün burjuvazinin en temel ortak stratejilerinden biridir. AKP bu anlamda da yerel ve küresel burjuvazinin ortak programını hayata geçirmiştir. Bu program genelde sistemle tamamen barışık, örneğin ANAP, DYP vb. partiler eliyle hayata geçirilmek istenir. Fakat sorun şuradadır ki siyasal tablonun ortaya çıkardığı bir zorunluluk olarak Türkiye’de -neo liberalizmin ve küreselleşmenin gerekleri konusunda ciddi bir dönüşüm yaşamasına karşın- hala siyasal İslamcı damara da sahip olan AKP gibi bir parti eliyle uygulanmak durumunda kalınmıştır. Yazımızın başında belirttiğimiz gibi AKP, küresel ve yerel güçler açısından bu nedenle o an için en tercih edilir seçenek değildi ve riskli bulunmaktaydı. Nitekim 2010’lu yılların başlarından itibaren bu riskin somut biçimde kendini dışa vurmaya başladığını da gözlemledik. Bu gerçek Türkiye’deki süreçte yaşanan dinselleştirmeyi burjuvazinin ortak programının ürünü olarak değil de salt AKP marifetiymiş gibi algılanmasına yol açtı. AKP’nin bir farkı varsa, bu da dinselleştirme işini daha şevkli, hızlı ve sahici bir biçimde gerçekleştirmesidir. Yoksa dinselleştirmenin tek ya da ana müsebbibi olması değil… “Burjuvaziler İç Savaşı” tezini savunanlar her ne kadar iki burjuvazi arasındaki savaşta taraf olmadıklarını ve üçüncü bir yolu temsil ettiklerini belirtseler de tam da “Laik burjuvazi” ve “İslamcı-dinci burjuvazi” kategorileştirmesi ve üçüncü yol tanımlamalarıyla bu sözleri kendi elleriyle boşa çıkarmakta, bir oksimoran haline getirmekteler. Bu durumda, bu yaklaşım sahipleri dolaylı olarak bizim için laiklik önemli değil demek istiyor olmalılar. Eğer böyleyse bu teorik olarak bir başka önemli yanlıştır ve pratik olarak da apolitik bir tutumdur. Ayrıca burjuvazinin bir bölümüne laiklik öteki bölümüne İslamcılık temsiiiyeti atfettiğinizde, sistemin dayattığı verili saflaşmayı güçlendirmiş olursunuz ve emekçilerin de bu saflaşma ekseninde bölünmesini kolaylaştırırsınız. Kaldı ki YBB’nin en büyükleri artık dinsel retoriği kullanmaz olmuştur. Yalnızca orta boy kesimlerinde bir dayanışma sembolü olarak varlığını sürdürmektedir. Bizce bu konudaki doğru yaklaşım, kutuplaşmanın eksenini “burjuva dinselleştirmesi” ile “emekçi toplumcu laikliği” ekseninde tanımlamaktır. Yani gerçekte üç değil iki farklı yol olduğunu gösterebilmektir. Ki bunun için -diğer başka önemli şeylerin yanı sıra- dinselleştirmenin de burjuvazinin ortak programı olduğunu görmek ve gösterebilmek şarttır. Bu gerçeği karartacak, emekçileri yanlış biçimde laiklik ve İslamcılık ekseninde burjuvazinin bir fraksiyonu arkasında hizalanmaya sevk edecek tasnif ve isimlendirmelerden uzak durmak gerekir. Bu nedenle hem “Laik ve İslamcı burjuvazi” tanımlaması hem de “üçüncü yol” tanımlaması sorunludur. Zira emeğin yolunu bir bütün olarak burjuvazinin karşına değil, burjuva hizipleri arası çekişme ve çatışmaya karşı, onların tekil stratejilerine karşı bir seçenek olarak takdim etmek gibi bir anlamı çağrıştırmaktadır. Ne yani, faraza burjuvazinin iki değil de beş fraksiyonu birbiriyle kıyasıya bir çatışmaya girse, bu durumda emekçi seçeneği “altıncı yol” olarak mı tanımlanacaktır?