Mahmut Üstün yazdı | "Alt Emperyalistleşme" Hayali ve Ölümün Eşiğindeki Ülke
Alt emperyalizmden neo Osmanlıcılığa...
Bölgedeki her soruna müdahil olarak, sürecin sonunda kurulacak masaya oturmayı ve çıkar elde etmeyi amaçlayan aktif dış politika anlayışının ilk temsilcisi Menderes'ti. Menderes hükümeti Bağdat Paktı, Süveyş kanalı krizi,Filistin sorunu gibi tüm alanlarda İngiltere ve ABD'yi bile şaşkınlıkta bırakan "kraldan çok kralcı" tutuma sahipti. Ama Menderes hükümetlerinin aktif dış politika anlayışı İngiliz-ABD eksenine bağlı bir taşeron ilişkisinin ötesini hiç zorlamadı.
Alt emperyalizm tanımındaki bazı savları dillendirmek anlamındaki "aktif dış politika" anlayışının ilk temsilcisi Özal'dır. Ne var ki Özal'ın bu konudaki söylemleri çok net ve keskinken, uygulamada bu anlayış neredeyse hiç vücut bulmamıştır. Bunda dış politikadaki klasik devlet aklını temsil eden asker/sivil bürokrasinin kısıtlayıcılığı kadar, kapitalist dünyayı içinden ve iyi tanıyan Özal'ın temkinliliği de bir faktör olmuş olabilir. Örneğin Birinci Irak Krizine kendi ifadesiyle "bir koyup üç alma" hevesiyle askeri anlamda da müdahil olmayı istediğini ifade etmiş ama askeri bürokrasiden gelen direnci aşmak doğrultusunda özel bir gayret de göster(e)memiştir. Özal başta, o dönemin yöneticileri küçük bazı atraksiyonlarla ve fırsat kollamalarla yetinmişler; işi AKP gibi çılgınlıklara vardırmamışlardı.
AKP'li yıllar ve neo- Osmanlıcılık...
AKP'nin iktidar olduğu yıllar ABD'nin Ortadoğu'da "ılımlı İslam" eksenli Büyük Ortadoğu Projesi'nin devreye sokulduğu yıllardı. AKP'nin de ABD eksenine bağlı ve/fakat İslami kimliği öne çıkan bir parti olarak bu projede özel bir rol alabileceği düşünüldü.
ABD "Ilımlı İslam" ve BOP projesine o kadar önem veriyordu ki, bu önem otomatikman Erdoğan'a ve AKP'ye verilen bir önem anlamına da geliyordu.Öyle ki ABD'nin Erdoğan için İsrail'i bile incittiği oluyordu.
Davutoğlu ise akademisyen kimliğiyle bu alt emperyalist çizgiyi daha bütünsel ve teorik hale getirmişti. Daha Dışişleri Bakanı olmadan önce bile AKP'nin dış politikasını bu eksende yönlendiriyordu. Davutoğlu'nun bölgesel güç olma stratejisinde soft power (yumuşak güç) politikalara.özel bir ağırlık tanınması "ılımlı İslam" ve BOP projesinin amaçlarıyla da örtüşüyordu.
ABD'nin Ortadoğu'daki projesinde bir volan kayışı olarak aktif bir rol almak Türkiye'yi Ortadoğu'da nispeten önemli bir aktör haline getirdi. Erdoğan kendi ifadesiyle BOP'nin eş başkanıydı artık. Arkasındaki ABD desteği ve dilindeki İslamcı söylem karizmatik kişiliğiyle birleşince Erdoğan kısa sürede Ortadoğu için önemli ve sayılan bir Müslüman siyasetçi haline geliverdi.Her şey görünürde çok iyi gidiyordu. Ta ki Arap Baharı'na kadar.
Arap Baharı ya da Siyasal İslam'ın Sonbaharı...
Arap ülkelerinde adeta domino etkisi yaratan ve Batı'da "Arap Baharı" olarak nitelenen halk ayaklanmaları, Türkiye açısından bir alt emperyalistleşme hamlesine dönüştürülmek istendi.
Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelerdeki eski rejimlerin çökmesi ve bu ülkeler de yeni iktidarların işbaşına gelmesi, AKP’nin bu gelişmeler ışığında Ortadoğu politikasını yeniden revize etmesine neden oldu. Özellikle Müslüman Kardeşler örgütünün bu ayaklanmalarda oynadığı etkin rol, bu örgütün bazı ülkelerde iktidarı ele geçirmesi, Türkiye’nin bölge liderliği amacına ulaşması için, yeni ve önemli bir şans olarak değerlendirildi.
Aynı dönemde Suriye’de de; başta Müslüman kardeşler örgütü olmak üzere bir dizi İslami örgütün özel bir rol oynadığı kalkışma desteklendi. Radikal İslamcı örgütlerle örtülü/açık /ittifaklar gerçekleştirildi.
AKP’nin uluslararası müttefikleri bu politika değişikliğinin, ABD çıkarları doğrultusunda bölgenin yeniden dizayn edilmesi çabasının ötesine taşan, AKP'nin neo-Osmanlıcı ve mezhep temelli birbölgesel hegemonya tesis etme çabası olduğunu fark etmek de gecikmedi.
Fakat AKP'nin bu hamlesi tutmadı.. Suriye'de Esad rejimi bir türlü yıkılamadı. Mısır'da AKP müttefiki Mursi bir darbeyle devrildi. Müslüman Kardeşler diğer bölgelerde de kısa sürede büyük irtifa kaybetti .Her şey adeta yıldırım hızıyla tersine döndü. ABD yalnızca AKP'yi bu atraksiyonları nedeniyle "güvenilmez" ilan etmedi. Ilımlı İslam Projesi de bu süreçte itibar yitirdi. Erdoğan ve AKP, bu nedenle de eski önemini ciddi biçimde yitirdi.
AKP hem ABD ve AB ekseninde; hem de Ortadoğu ülkeleri nezdinde hızla güvenilir müttefiklikten "değerli yalnızlığa" doğru irtifa yitimi yaşadı. "Komşularla sıfır sorundan" "sorun yaşanmayan komşunun sıfırlanması"na doğru trajik bir dönüşümdü bu.
Bu hazin son ekonomik anlamda kendine çevre yaratabilecek ve bunu askeri bir güçle de pekiştirebilecek bir merkez olmadan, sınırlı askeri gücüne ve daha çok da uluslararası siyaset açısından ciddi bir reel karşılığı olmayan İslami/Sünni kültürel ortaklığa ve Osmanlılılık ortak geçmişine dayalı bir alt emperyalistleşme hevesinin duvara toslaması anlamına geliyordu.
Alt emperyalistleşme hevesinin altında kalan bir lider ve çaresiz çırpınışlar...
AKP içinde de -muhtemelen Davutoğlu'da dahil- pek çok politika yapıcı Arap Baharı sürecinde izlenen politikanın Türkiye'nin dış ilişkilerinde yarattığı geri döndürülemez tahribatı görüp frene basmak istediler.
Ama Erdoğan için artık frene basmak olanaksızdı. Zira frene bastığı an, politik ömrünün bittiği an da olacaktı. AKP değil ama Erdoğan, dünkü yol arkadaşı ülkelerce artık güvenilmez kabul edilmekteydi ve siyaseten üstü çizilmişti.
Bu tarihten sonra Türkiye dış politikasını, her geçen gün daha da artan ölçüde Erdoğan'ın siyasi ikbal kaygısı belirlemeye başladı. Türkiye dış politikasını olağan dönem rasyonalitesi içinde tanımlamak imkansızlaştı.
Artık Erdoğan'ın Türkiye ile ilişkisi "ya benimsin ya kara toprağın" türü bir ilişkiye; dış politikası da "ellere yar olmasın" diye ölüm döşeğindeki kocası tarafından boğazına sarılınmış bir kadının dramatik haline dönüştü.
Son bir kaç yıldır topluca bu ölümcül sorunun gerilimini yaşamaktayız...
Eskiden büyüklerimiz sık sık abartıyla ''memleket elden gidiyor'' derlerdi.
Ama şimdi memleket bir uçurumun kıyısında ve gerçekten tam manasıyla elden gitmek üzere.
Farkında mısınız?