Türkiye’de iktidarın ürettiği mağdurlar bitmiyor. Mağdur ediyor ama yarattığı algı hep kendisinin mağdur edildiği. CHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Yüksel Taşkın Türkiye’nin mağduriyet gerçeğini ve yapılması gerekenleri yazdı Türkiye uzun yıllar başörtüsünün simgelediği semboller siyasetine kilitlenerek, yaşam tarzı konularının abartılı bir şekilde politikleşmesine sahne oldu. Mevcut iktidar kültürel mağduriyet söyleminden ciddi olarak faydalandı ve bunun üzerine bir hikâye inşa etti. Son dönemde CHP, bu alanın istismarına vesile olacak adımlardan kaçınmasını bildi. Buna rağmen iktidarın kutuplaştırma siyaseti devam ediyor ve başka sorun alanlarının ve mağduriyetlerin görünür olmasını, tartışılmasını engelliyor. Oysa 20 yıllık iktidar, tercihleriyle yeni mağduriyetler yarattı, eskilerini derinleştirdi. Buna rağmen “mağduriyet algısına” oynamaktan vazgeçmiyor ve yaratığı milyonlarca mağdurun öfke ve endişelerini yok sayıyor, hatta derinleştiriyor. Tam da bu nedenlerle doğru söylemlerle endişeleri giderecek, doğru politika önerileriyle umut yaratacak olanlar bizleriz. Bunu yapmak, mevcut kutuplaştırma siyasetinin ekmeğine yağ sürmek mi olur? Eğer doğru söylem ve politikalarla yaparsak bunun tam tersinin olacağına inanıyorum. Bu yazı da bu iddiamı pekiştirmek için kaleme alındı. İktidarın kültürel yarılma üzerine kurduğu popülist söylem, “sessiz muhafazakâr çoğunluk” ve “aktif Batıcı azınlık” karşıtlığına dayanıyor. İkinci gurubun “yerli ve milli” olmamasına rağmen “oransızca” güçlü olduğu iddia ediliyor. Böylece siyasal, iktisadi ve kültürel güç kaynaklarını “Millet” adına ele geçirmek ve “azınlık ve gayrı-milli” olandan “geri” almak meşrulaştırılıyor. Bu noktada sağ popülizmin sürekli kutuplaştırma siyasetine ve abartılı, hatta yapay bir öfkeye neden ihtiyaç duyduğu sorusu da önemlidir: Öfke ve siyasi rakibinizi düşman gibi tasavvur etmek, yaptığınız haksızlıkları da kolaylaştırır. Sözgelimi kamuya eleman alınırken “düşmanlarınızı” dışarıda bırakmak hak olarak görülmeye başlanır. Bu öfke ortamında incittikleriniz, eğer güçlenirlerse aynı şeyleri size yapacaklardır. Öyleyse iktidara tutunmak adına yapılan her adaletsizlik meşrudur. Muktedirin mağduriyet teknisyenliği ilk başta düşünüldüğü kadar güçlü değildir aslında. İnşa etmek istedikleri “Biz”in farklı unsurları, abartılı vaatlerle karşılanması güç beklentilere sokulur. Sözgelimi Türkiye’de yoksulların sayısı son yirmi yılda değişmiş değildir ve nüfusa oranla artış da göstermiştir. Demek ki bahsedilen “Biz” o kadar da “Biz” (türdeş) değildir. Birileri (artık) Jeep’lere binerken birilerine de zar zor ısınan evlerinde dizilerdeki pırıltılı hayatları izlemek düşer. “Tünelin ucunda ışık bekleyen”, “sabretmeleri” telkin edilen milyonlarca yoksulun hayatı değişmediğinde, üstelik daha da yoksullaştıklarında, “Biz” içerisinde tutulmaları çok da kolay olmayacaktır ve son birkaç yılda yaşadığımız tam da budur. Dolayısıyla ikili karşıtlığa dayalı kutuplaştırma siyasetinin yoksulluk meselesini örtmekte giderek daha da zorlandığını vurgulayalım. Bu deniz kurumak üzeredir ama daha bitmemiştir. Denizin kuruduğuna ikna edebilmek biraz da muhalif aktörlerinin yeteneklerine bağlıdır. Yoksullar, çocuklarının hayatlarının kendi hayatlarından bile daha kötü olabileceği bir kâbusu yaşamaktadırlar. Böyle durumlarda inkâr bazıları için en beklenen tepki olabilmektedir. Ama sadece bazıları için ve şiddetli inkâr süreçlerini öfke hallerinin de izleyebildiğini hatırda tutmak gerekir.
İkili karşıtlığa dayalı kutuplaştırma siyasetinin yoksulluk meselesini örtmekte giderek daha da zorlandığını vurgulayalım. Bu deniz kurumak üzeredir ama daha bitmemiştir.
Bu noktada kendilerini öznel olarak yoksulluk dışında görenlerin, özellikle de eğitimli orta sınıfların, yoksulları iktidarın “doğal ortağı” gibi görmeleri çok vahim bir hata olur. Muhtaçlık kültürüne sıkıştırılan yoksulları, burada kaldıkları, bu durumlarına onay verdikleri sürece hayatlarının değişmeyeceğine, çocuklarının onlardan bile kötü yaşayacaklarına ikna edecek olan başta siyasi aktörler olmak üzere sahada çalışan STK’lar ve onların çoğunlukla eğitimli mensupları olacaktır. Aslında hem yoksulların hem de toplumun büyük çoğunluğunun ihtiyacı ortaktır: Özgürlük, eşitlik ve refah. Son dönemde işçi sınıfının yapısında meydana gelen değişimler de yoksullarla eğitimli orta sınıflar arasındaki mesafeyi azaltmaktadır. Ülkemizde öznel olarak orta sınıfa ait hissetme ya aile kökeniyle ya da alınan eğitimle alakalıdır. Eğitim alanlar kendilerini orta sınıfa ait hissetme eğilimindeydiler. Fakat son dönemde bu kesimde yaşanan “proleterleşme” bahsedilen algıyı da dinamitlemektedir. Motorkuryeler, AVM, cafe, restoran çalışanları gibi sayıları giderek artan nispeten eğitimli çalışanlar, orta sınıf mensubiyetinin maddi sınırından giderek uzaklaşmakta hem güvencesiz hem de yoksul hayatlara savrulmaktadır. Bu kesimin emek mücadelesine yeni bir soluk getirebileceğine dair analizler giderek artmaktadır. Bir bütün olarak eğitimli orta sınıfların ve kendilerini bu alanda görmekle beraber giderek güvencesizleşen bileşenlerinin özellikle sosyal medya mecrasını en yoğun kullanan, giderek politikleşen ve siyaseti çok yakından izleyen bir kesim oluşturdukları gözlenmektedir. Bu insanlar iktidarın bilinçli tercihleriyle maddi olarak zayıflatıldıklarını düşünüyorlar. Türkiye’de ortalama ücret ve asgari ücret arasındaki makasın giderek kapanması, orta sınıfın eridiğinin en net göstergesidir. Bu erimenin en sert biçimde hissedildiği alan ise kamu değil özel sektördür. Üstelik eğitimli orta sınıflar, hayat tarzlarının da saldırı altında olduğunu hissediyorlar. Kendilerinin zamanında almayı başardıkları nispeten nitelikli eğitimi, çocukları için elde edemeyeceklerini düşünüyorlar. Ayrıca özgürlük talebiyle özel eğitim kurumlarına yöneliyorlar ama maddi durumları da bu seçeneği sürdürülebilir olmaktan çıkarıyor. Siyasetin görevi sadece yoksullar için değil, orta sınıflar da dahil tüm kesimler için nitelikli kamusal alternatifler sunmaktır. Kimse piyasanın ve ideolojik telkin siyasetinin insafına terk edilemez. Parası olanın çocuğuna nitelikli eğitim verdiği, yoksulun ise çocuğunu ideolojik telkin siyasetine kaptırmak zorunda kaldığı bir düzeni asla savunamayız. Ne olursa olsun nitelikli kamusal hizmetleri ihya etmeliyiz. Bu sadece orta sınıflara özgü bir ihtiyaç değildir. Bu toplumsal, dolayısıyla kamuyu ilgilendiren bir ihtiyaçtır. Aslında kutuplaştırma siyasetinin beslendiği kaygan zemini ortadan kaldıracak olan da budur.
Siyasi iktidarın arzuladığı bu dar alana sıkışmak zorunda değiliz. 2019’da iktidar yine bildik yaftalama ve kutuplaştırma siyasetine abanmıştı ama toplum bu “siyasetsizliği” doğru bulmadığını tercihleriyle ortaya koymuştur.
Mağdurlar hiyerarşisindeki değişimlerden bahsetmiştik. “Laikler” ve “Dindar Muhafazakârlar” gibi ikili kategorilere sıkıştırılan kutuplaştırma, yoksulların ve “orta sınıfın” sorunlarının görünür kılınmasını, sorgulanmasını gölgeliyor demiştik. Bu ikili karşıtlık söylemi, Kürtlerin son dönemde yaşadıkları hak ihlâllerinin ve maddi yoksunlukların konuşulmasını da zorlaştırıyor. Daha da kötüsü, son dönemde iktidar özellikle HDP karşıtlığı üzerinden bir yaftalama siyaseti izliyor ve bu alanın tabulaşmasına hizmet ediyor. Bu konuda soğukkanlı bir tartışmanın olanaklarını dinamitliyor. CHP dâhil muhalif aktörler bu alandan uzak durmaya zorlanıyorlar. Yine Alevilerin özellikle resmi olarak tanınma talepleri siyasetin konusu olamıyor. Kadınların ve gençlerin yukarıda bahsettiğimiz mağduriyetleri çarpan etkisiyle daha da derinden yaşadıklarını hepimiz biliyoruz… Siyasi iktidarın arzuladığı bu dar alana sıkışmak zorunda değiliz. 2019’da iktidar yine bildik yaftalama ve kutuplaştırma siyasetine abanmıştı ama toplum bu “siyasetsizliği” doğru bulmadığını tercihleriyle ortaya koymuştur. Öyleyse bizlerin yapması gereken bu dar alana sıkışmadan son yirmi yılın mağduriyetlerini dikkate alan söylem ve politikalar önermektir. Bu söylem ve politikalar, kamu yararını merkeze alan üç adalet ilkesi çerçevesinde bir bütünlüğe sahip olacaktır. Yukarıda saydığımız farklı mağduriyetlerin tümüne bu üç adalet ilkesi üzerinden ve kamucu bir duruşla yaklaşabileceğimize ve bu tercihimizin kutuplaştırma siyasetini boşa çıkaracağına inanıyorum: Bölüşüm adaleti, katılım adaleti ve tanınma adaleti. Bölüşüm adaleti en yoksul yüzde 20’lik dilimin ulusal gelirin sadece yüzde 6’sını alabildiği bir ülke olmaktan çıkmayı işaret eder. Devletin yoksulluktan kendisine sorumluluk çıkarmasını ve büyük gelir eşitsizliklerinin var olduğu koşullarda demokrasinin mümkün olamayacağı bilinciyle hareket etmesini gerektirir. Anayasamıza göre herkesin çalışma hakkı olduğu gibi sosyal güvenlik hakkı da vardır. Çalışma hakkını hayata geçiremeyen kamunun yoksullara ve işsizlere sosyal güvence sağlamak görevi vardır…
Kutuplaştırma siyasetsizliğine en büyük yanıtın kamu yararını önceleyen politikalar önermek olduğunun bilincindeyiz.
Katılım adaleti, niceliğe ve “niteliğe” bakmadan tüm aktörlerin siyasal ve sivil hayata katılımlarının önündeki engellerin kaldırılmasını gerektirir. En basit örneği de yüzde 10 seçim barajının kaldırılması talebidir. Bir bireyin kendi beldesinin yönetimine katılımı önündeki tüm engellerin kaldırılması da bu alanla ilişkilidir. Katılımda toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması gibi olmazsa olmazları da elbette söz konusudur… Tanınma adaleti, kendinizi tarif ettiğiniz kimliğinizin kabul görmesiyle ilişkilidir ve kamunun farklı kimlikler karşısında tarafsız konumlanmasını zorunlu kılar. Devlet farklı kimliklerin bir arada özgürce yaşamalarını ve tanınmalarını güvenceler. İnsanların doğuştan getirdikleri kimlikler kadar sonradan tercih ettikleri kimlikler de saygıyı hak eder. Tanınma adaleti “makbul çoğunluk” tarif etmez. Ülkemizde muhalif aktörler bile “az olanın çok olanın değerlerine saygı göstermesi” paradigmasının sınırlarında kalmaya devam edebilmektedir. Bu paradigmanın tanınma adaleti çerçevesinde artık güncellenmesi şarttır. Çoğunluk makbulse az olanlara sadece “hoşgörü” gösterir, kendi değerlerine ise “saygı” ister. Oysa doğrusu makbul çoğunlukçuluğu reddeden ve tüm kesimlere eş-görü gösterilmesini savunan tanınma adaletidir. Kamuyu bu anlayışla yeniden şekillendirdiğimizde kutuplaştırma siyasetinin sonunu getirebiliriz. Böylece siyasi aktörlerin kimliklerine değil siyasal önerilerine odaklanabiliriz. Genel başkanımızın helâlleşme çıkışını da bu çerçevede görmek doğrudur. Helâlleşebilmenin altyapısını ise yukarıda özetlediğimiz üç adalet ilkesi çerçevesinde hayata geçireceğiz. Bizler sadece bir seçim kazanmayı siyasi başarı olarak görmüyoruz. Kamucu politikalarla toplumu özgürlük, eşitlik ve refaha kavuşturmanın gerekliliğine de inanıyoruz. Kutuplaştırma siyasetsizliğine en büyük yanıtın kamu yararını önceleyen politikalar önermek olduğunun bilincindeyiz.