Madem üstlendiğin görevi yapamıyorsun
Yurtlara başvurması muhtemel öğrenci sayısı belli olduğuna göre yeterli yurt olmamasının nedeni nedir? Üstelik harçlık olarak da adlandırabileceğimiz kredi-burslar da hiçbir yaraya merhem olmayacak, hiçbir açığı kapatmayacak ölçekte...
Kanuni döneminin şeyhülislamı Ebus - Suud, bilgisine mağrur bir müfessir olarak bilinirmiş.
Çok canı kıydırdığı, sırf Alevi oldukları için “katli vaciptir” fetvaları verdiği bilinir.
Söylediği kanun yerine geçermiş; astığı astık, kestiği kestik yani!
O kadar yoğun ki kimseyle görüşmeye hem tahammülü yokmuş hem de tenezzül etmezmiş.
Rivayet edilir ki günlerden bir gün, sırtında her tarafı yamalı hırkası olan bir derviş gelip, Şeyhülislam’ın kapısına dayanmış.
Kapıdaki mollaya demiş ki:
“Efendiye arz et, bir selam vereceğim, bir soru soracağım; ayaküstü cevabını dinleyip gideceğim.”
NEDİR BU KİBİR, NEDİR BU BENLİK?
Durumu Ebus-Suud’a bildirmişler; onun da eşref saatine rastlamış olacak ki “gelsin” demiş.
Bizim derviş içeri girmiş; Ebus-Suud, “sor bakalım, ne soracaksın” demiş.
“Efendim, sultanım,” demiş, bizim derviş; “kainattaki bilginlerin bilgisi ezeli bilgiye nispetle nedir, ne derecededir, ne kadardır? Ama fakir çok bilgisizim; bunu bir örnekle bildir, cevabını alayım, eşiği öpüp gideyim.”
Ebüs - Suûd, mağrur bir biçimde alaysı bir cevap vermiş:
“Gerçekten de pek bilgisizmişsin; kıyasa mı sığar bu, örneğe mi girer?”
“Vebali bana,” demiş derviş; “boynum kıldan ince; şeriatın kestiği parmak acımaz; bildir ki bileyim.”
Ebüs – Suûd, tomardan bir kağıt çıkarmış; oturduğu sedire yaymış; iki yanına birer mühre koymuş. Sonra da kalemini hokkaya batırıp, kağıdın ortasına bir nokta kondurmuş.
“Bu kağıt,” demiş, “ezeli bilgi olsa, ama bunun sınırı var, onun yok, bunu bil bir kere. Şu nokta da bilginlerin bilgisi.”
Derviş, üstelemiş:
“Yani” demiş, “bütün peygamberlerin, filozofların, bilginlerin bilgisi bu noktanın içinde mi?”
Ebüs - Suûd, “Ya ne sanıyorsun?” diye küçümsemiş.
Derviş, bu durur mu?
“Sultanım,” demiş, “kerem buyur da kendine ait bilgiyi ayır bu noktadan, göster bana.”
Ebüs - Suûd, “Derviş,” demiş, “gerçekmiş sözün, pek cahilmişsin; benim ilmim nedir ki bu noktadan ayırıp sana gösterebileyim”?
“Madem” demiş derviş, “senin bilgin bu bilginin içinde ayırt edici bir özelliğe sahip değil; o zaman neden böyle kibirlisin? Nedir bu sendeki benlik?”
Ebus-Suud, öylece kala kalmış; derviş de çıkıp gitmiş.
Belki de Ebus-Suud ile başlayan bir gelenektir; öyle ya da böyle kamunun üst makamlarını işgal edenler, hem üstlendikleri görevleri tam anlamıyla yapmadıkları gibi toplumu ayrıştırmak amacıyla kullanıyorlar hem de bütün bunlara rağmen kendilerine, “minnet duyulması gereken şahsiyet” muamelesi yapılmasını istiyorlar.
KİMİN GÖZÜNE, DİZİNE DURSUN?
Görevlerinin gereğini yapıp yapmadıklarına bakmaksızın, kendilerine minnet duymayanlarıysa “ihanet içinde” görebiliyorlar.
Bunun en çarpıcı örneğini, üniversiteler açılınca gördük.
Gördük ki öğrencilerin barınması için yeterli önlem alınmamış; üstelik “öğrenci harçlığı” olarak da adlandırabileceğimiz kredi-burslar ise hiçbir yaraya merhem olmayacak, hiçbir açığı kapatmayacak ölçekte kalıvermiş.
Öğrenci üniversite sınavını kazanmış ama kamu yönetimi o çocuk için barınma olanağı yaratmamış. Yeterli miktarda yurt olmadığı gibi mevcut yurtların da pahalı olmasına ses çıkarmamış.
Yurtlara başvurması muhtemel öğrenci sayısı tahmin edilebilir olduğuna göre önlem alın(a)mamasının nedeni nedir?
Tarihin tecrübesiyle sabittir ki ne zaman bir iktidar yönetemez duruma düşerse ülkenin sahici, can alıcı sorunlarını çözmek için adım atmak yerine “cambaza bak” rolüne bürünmüş.
Tıpkı bugünlerde olduğu gibi!
Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere yurtlara yerleştirilemeyen öğrenciler sokakta sabahlarken, iktidar, New York’ta, devasa büyüklükte ve hiçbir harcamadan çekinilmediği anlaşılan bir Türk Evi açtı.
Yargıda olduğu gibi Türk Evi’ni de, güya “laik devlet”in Diyanet İşleri Başkanı olan şahıs, dualarla açtı.
Mevcut yasalarda bir sınırı var ama şahsen ben her kamu görevlisinin, bir yurttaş olarak, ülkenin sorunlarına çözüm üreteceğine inandığı her konuda konuşmasından tarafım.
“Memur konuşamaz” fikri bana göre değil yani!
Bununla birlikte kendisine tanınmış ayrıcalığı, hem toplumun dikkatini asıl sorunlardan uzaklaştırmak hem de en azından bir kısım yurttaşların hilafı rızasına rağmen, “o haramdır, bu mekruhtur” şeklinde açıklamalar yaparak, ortamı ajite edemez.
Kim istiyorsa“günaydın” kim istiyorsa “selamünaleyküm” desin; çünkü inanç, vicdan işidir ve kullandığımız kavramlar, vicdanımızın dışa vurumudur.
Kamu yöneticisinin görevi, bizim hangi sözcüğü kullanacağımıza karar vermek değil, birikmiş sorunlarımıza çözüm üretmektir.
Üretmişler mi?
Ne gezer?
Ama sokakta geceleyen çocuklara, “gözünüze, dizinize dursun” diye beddua etmekten geri durmamışlar.
Gel de dervişin Ebus-Suud’a söylediği, “madem görevinin gereğini yapmıyorsun; o zaman nedir bu benlik” sözünü hatırlama!