Lüksemburg örneğinde göç meselesine bakış

Abone Ol
Lüksemburg örneği üzerinden Türkiye’yi değerlendirdiğimizde en önemli eksiklik tutarlı bir göçmen politikamızın bulunmamasıdır. 2011 yılından beri ülkemize gelenlere ne isim verileceği konusunda bile bir tutarlılık bulunmamaktadır. Suriye’de, Afganistan’da, Afrika’da ve dünyanın başka birçok yerinde on yıldan fazla süredir devam eden çatışmalar nedeniyle yerlerinden yurtlarından edilenlerin oluşturduğu göç dalgası hemen hemen tüm ülkelerin başa çıkmak zorunda kaldıkları bir olgu haline gelmiştir. Türkiye de sınırlarındaki çatışmalar yüzünden bu göç dalgasıyla 2011 yılından beri karşı karşıya kalmıştır. Kimi zaman Avrupa Birliği ile pazarlıklar çerçevesinde gündeme gelen Suriyeli göçmenlere son günlerde Afganistan ve Pakistan’dan gelen deyim yerindeyse “erkek” göçü de eklenmiştir. Yoğun göçün yol açtığı toplumsal-kültürel çatışmaların tansiyonu her geçen gün yükselmektedir. İki hafta önceki “Göç ve Popülizm” başlıkla yazımda bahsettiğim “popülist isyan”ın sahipleri yeni bir kutuplaşma ekseninin ortaya çıkışını hızlandırmış görünüyor. Geçen hafta beyin göçüne dayalı aile ziyareti nedeniyle Lüksemburg’daydım. Posta kutusuna aylık Şehir (City) dergisiyle birlikte, Ons Stad isimli, 1979 yılından beri yılda iki defa yayınlanan, Lüksemburg şehrinin sosyal gelişimi hakkında tarihi ve kültürel makaleleri içeren ve tüm evlere ücretsiz dağıtılan bir dergi daha bırakılmıştı. Derginin Mayıs 2022’de yayınlanmış olan 125. sayısı “Lüksemburg: Değişim ve Diyalog Kenti” başlığıyla göç ve misafirperverlik konusuna ayrılmış[1]. Konu göç olunca haliyle dikkatimi çekti. Bu yazımda sizlere Lüksemburg perspektifinden göç ve misafirperverlik meselesine bakışı anlatmak istedim. İki ülke arasında çok büyük bir ölçek farkı bulunmakla birlikte, göç dalgası karşısındaki tavır alışları açısından karşılaştırmaya değer. Çünkü, yüz otuzdan fazla farklı milletten gelenlerle Lüksemburglu olmayanların kentteki oranı %70 civarındadır. Lüksemburg Büyük Dükalığı genelinde ise göçmenlerin oranı %43 civarındadır. Ülkede Lüksemburgca, Fransızca, Almanca ve İngilizce konuşulmaktadır. LÜKSEMBURG TARİHİNDE GÖÇLER VE ETKİLERİ Bu konuda dergide yer alan iki makaleden derlenen bilgilere göre Lüksemburg iki önemli göç dalgasına ev sahipliği yapmıştır. İlki 1789 Fransız devriminden ve Avusturya’daki Brabant devriminden kaçan isyancıların göçüdür. Kaçakların Lüksemburg’a sığınması sonrasında şehri yönetenler “kentin bu isyancıları alamayacak kadar küçük ve pazarın onları besleyemeyecek kadar dar olması”nı gerekçe göstererek devrimcilere bayrak açmış ve onları Lüksemburg dükalığının sınırları dışına çıkarmışlardı. Bu açıklamanın altındaki asıl korkunun devrimci göçmenler tarafından işgal edilme korkusu olduğu belirtilmektedir. 1791 ve 1792’de Fransa’dan ikinci bir göç dalgası ile daha karşılaşan Lüksemburg bu kez gelen tüm göçmenleri yerleştikleri adresleriyle birlikte kaydetmişti. Ancak göçler artınca 2 Ekim 1792’de “devrimin başından beri Lüksemburg’a sığınan ve görevde olmayan tüm Fransız erkek, kadın ve çocukların rahatsız edilmeden tahliye edilmesi kararı alınmış olmakla birlikte, 1794’e gelindiğinde bu emre uyulmadığı ve bazı mültecilerin ev sahipleri tarafından saklanmaya devam ettiği belirtilmiş. 1793’te izinsiz mülteci kabul eden ev sahiplerine 50 altın florin para cezası çıkarılmış. Bu arada Fransız göçmenler 1791-1794 arasında örgütlenerek siyasi ve edebi bir gazete ve adresleri belli olmadan gönderilecek mektuplar için bir postane bile kurmuşlardı. Şehir ve göçmenler arasındaki mücadelede 1795’te korkulan olmuş ve Lüksemburg Fransız devrimcilerin eline geçmiştir. Napolyon yönetimi 26 Nisan 1802’de Fransız göçmenlere koşullu af çıkarmıştır. Napolyon yönetiminin 1815 yılında yıkılmasından sonra Lüksemburg Büyük Dükalığı kurulabilmiştir.
2011 yılından beri Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik bir gerçekliği halini almış olan ve yakında siyasal bir mesele haline dönüşecek gibi görünen göçmenler konusunda ayakları yere basan tutarlı bir politikanın acilen oluşturulması gerekir.
Dergideki ikinci makale Nazi Almanya’sından kaçan Yahudilerin göçünü anlatıyor. Nazilerden kaçan Yahudiler için Lüksemburg bir sürgün, transit ve bekleme yapılan ülke olarak görülmüş. Çoğunluğu yazar-çizer, yayıncı, sanatçı, müzisyen ve oyuncu olan, aralarında sendikacı, doktor ve politikacıların da bulunduğu bu göçmenler aynı dili (Almanca) konuşmaları nedeniyle çok fazla göze batmıyorlardı. Ancak göçmenlerin çalışması, ticareti ve siyaseti yasak olduğu için yeterli mali kaynağa sahip olmaları veya kötü ücretli işlerde çalışmaları gerekiyordu. Yahudi göçmenler için de hayat kolay değildi. Çünkü göçmen polisinin ve 1930’larda artan yabancı düşmanlığının ve antisemitizmin hedefi oldular. Lüksemburg 10 Mayıs 1940’da Nazi Almanyası tarafından işgal edilince kaçamayan Yahudi göçmenlerin sonu Almanya’dakilerden farklı olmadı ne yazık ki. GÜNÜMÜZDE LÜKSEMBURG VE GÖÇMENLER Tarih içindeki kısa yolculuktan sonra günümüze bakıldığında, başkent olarak Lüksemburg şehrinin üçte ikisinden fazlası Lüksemburglu değil. 2021 sonunda şehirde yaşayan 128.514 kişinin %70,59’una denk düşmektedir. İstasyon mahallesinde yaşayan yabancı oranı 2020 yılı sonunda yaklaşık %84, Cents mahallesinde ise %49’dur. Kentte göçmenler için, farklı geçmişlere, kültürlere sahip insanlar arasındaki uyumu teşvik etmek amacıyla “Entegrasyon ve Özel İhtiyaç Hizmet” (IBS) ofisi kurulmuştur. Bunların dışında Göç ve İltica Bakanlığı, Aile ve Entegrasyon Bakanlığı, Lüksemburg Kayıt ve Entegrasyon Dairesi, Fırsat Eşitliği Bakanlığı ile Çalışma ve İstihdam Bakanlığı göçmenlerle ve sorunlarıyla ilgilenmektedirler. Sürekli göçmen olarak gelenlerin haricinde her gün çalışmak için Metz (Fransa), Trier (Almanya) ve Saarbrücken (Almanya) kentlerinden yani sınır ötesinden gelenleri de kültürel çeşitlilik açısından hesaba katmak gerekebilir. Çünkü sayıları günlük 130 binin üzerindedir. Şehrin göç politikası göçmenleri iki gruba ayırır. Avrupa’nın önemli finans merkezlerinden biri olması nedeniyle ilk grup göçmenler “gurbetçi” olarak isimlendirilen beyaz yakalı çalışanlardır. Bunlar yüksek nitelikli, İngilizce konuşan, uluslararası şirketler veya Avrupa kurumlarında çalışanlar olup, yaşam planlarının bir aşamasında Lüksemburg’da bulunan, çok daha uzun süre kalmaları nadir olanlardır. Kent bunlar üzerinden bir ağ oluşturarak kültürel ve sosyal bağlantılar oluşturur. İkinci grup göçmenler ise yaşam ve çalışma açısından sosyal hizmetlere ve desteğe ihtiyaç duyan ağırlıklı olarak Güney Avrupa ve Afrika ülkelerinden gelenlerdir. Bu gruptaki göçmenlerin çocuklarının devlet okuluna gitmesi erken entegrasyon ve dil becerilerinin gelişiminde önemli olarak görülür ve teşvik edilir. Lüksemburg onlarca yıldır ülkede yaşayıp sadece kendi ana dillerini konuşmanın entegrasyonun önündeki önemli engellerden biri olarak görmektedir. Son dönemde Ukrayna’daki savaştan kaçanlar için geçici koruma statüsü tanınmıştır. GÖÇMENLERE YÖNELİK ENTEGRASYON PROJELERİ Belediye bünyesinde kurulmuş olan “danışma ve entegrasyon komisyonu” (CCCI) kültürler arası faaliyet gösteren dernekler ve diğer kuruluşlarla iş birliği içinde mevcut ihtiyaçlara uygun şekilde eylem planları hazırlamaktadır. Lüksemburg’da eyalet ve belediye yetkilileri dışında Kızıl Haç, Caritas ve ASTI gibi büyük kuruluşlar da sürecin destekçileri arasında sayılabilir. Her yıl düzenlenen “Sınır Tanımayan Karşılaşmalar” (Rencontres sans Frontieres) adı verilen etkinlikler kapsamında plaj voleybolu, dağ bisikleti, yetişkinler ve çocuklar için futbol vb. alanlarda spor turnuvaları, müzik, dans, eğlence ve yemek festivalleri ile kültürler arasında entegrasyon ve yakınlaşma sağlanmaya çalışılmaktadır. Lüksemburg göçmenlere yönelik politikalarında kültür ve sporun entegrasyonu hızlandırıcı etkisinden yararlanmaya çalışılmaktadır.
Siyasal iktidara yönelik güvensizliği besleyen en önemli faktör, siyasal iktidarı temsil eden Cumhurbaşkanlığı makamının göçmen politikası konusunda her gün farklı ve birbiriyle çelişen açıklamalar yapmasıdır.
Bu amaçla hayata geçirilen birkaç projeden yeri gelmişken bahsetmek gerekir. Yılda bir kez kültürler arasındaki değişimi sağlamak amacıyla belediye müzik konservatuarı tarafından MusiqCITE festivali yapılır. “Cooltur” projesi kapsamında önce Müze ziyaretleri, ardından entegrasyon konulu animasyon izlemesi yapılır. Dijital İçerme (Digital Inclusion) projesi dijital medyaya erişimi ve bunun kullanımını teşvik eder, “Temas Noktaları” projesi tavsiye ve yardımla girişimciliği destekler. Bu projeler hayata geçirilirken yerel klüplerin ve sivil toplum kuruluşlarının katılımına önem verilmektedir. Vatandaşlar arasında bilgi alışverişini desteklemek ve iletişim engelini kaldırmak için belediye tarafından düzenlenen bilgilendirme etkinlikleri sistematik olarak çeşitli dillere çevrilmektedir. IBS ofisi tarafından sunulan ücretsiz Lüksemburgca kursları entegrasyon politikasının bir diğer ayağıdır. Lüksemburg’da vatandaşlık almak için temel düzeyde Lüksemburgca dilini konuşabiliyor olmak gerekmektedir. Bu nedenle dil kursları vatandaşlığın kapısını açan önemli kilitlerden biridir. Sivil toplum örgütleri entegrasyon sürecinin önemli bileşenlerinden biridir. Lüksemburg Belediyesi derneklerle yaptığı yıllık toplantılar aracılığıyla sivil toplum temsilcileriyle çeşitli belediye hizmetleri ve komisyonların temsilcilerinin bir araya getirmekte, derneklerin endişeleri, istekleri hakkında yetkililerin bilgi almasına ve uygun yanıtların bulunmasını sağlamaktadır. “Dayanıklılık ve Cesaret Dersleri” başlıkla makalede ise farklı coğrafyalardan Lüksemburg’a göçmen olarak gelmiş 7 farklı insanın hayat hikayesine yer verilmiş. Cezayir, Arnavutluk, Eritre, Afganistan ve Suriye’den göçle gelenlerin hikayelerindeki ortak nokta; ülkelerinden kaçmalarına neden olan koşullar ortadan kalkmadan dönmeyi düşünmüyor olmaları. LÜKSEMBURG ÖRNEĞİNDEN TÜRKİYE’YE İLİŞKİN DEĞERLENDİRME Lüksemburg örneği üzerinden Türkiye’yi değerlendirdiğimizde en önemli eksiklik tutarlı bir göçmen politikamızın bulunmamasıdır. 2011 yılından beri sınırlarımızdan bir şekilde geçerek ülkeye giriş yapanlara ne isim verileceği konusunda bile bir tutarlılık bulunmamaktadır. Geçici sığınmacı mı, mülteci mi, göçmen mi, düzensiz göçmen mi, aday vatandaş mı, yeni vatandaşlar mı? Bu kategoriler arasında gri bölgelerin ve belirsizliklerin bulunması kamuoyundaki endişeleri ve göçmen karşıtlığını besleyecektir. Göç İdaresi Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı dışında göçmenlerle ilgili kayıt tutan bir kurum olmadığı gibi, bu kurumların kayıtları da çoğu zaman şeffaf olmaktan uzak olduğu için kamuoyunda tartışmalıdır. Türkiye’de Göç ve Entegrasyon bakanlığı kurularak popülizmden ve gündelik iktidar çıkarlarından uzak sürdürülebilir çözüm önerileri getirilmelidir. 2011 yılından beri Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik bir gerçekliği halini almış olan ve yakında siyasal bir mesele haline dönüşecek gibi görünen göçmenler konusunda ayakları yere basan tutarlı bir politikanın acilen oluşturulması gerekir. Göçmenlerden kalıcı olanların kendi anadilleri yanında ücretsiz kurslarla Türkçe öğrenmeleri teşvik edilmeli, adres bilgileri, sağlık durumları, eğitim ihtiyaçları yakından izlenmelidir.
Açık sınır politikasının yarattığı ağır sonuçlar siyasal iktidarın tek başına altından kalkabileceği bir argüman üretmesini zorlaştırdığı için, muhalefetle iş birliğine gidilmelidir.
Entegrasyon sürecinin yönetimine merkezi idare dışında yerel yönetim kuruluşları ve sivil toplum örgütleri de dahil edilmelidir. Belediyeler ve sivil toplum örgütlerinin entegrasyon sürecindeki rolü önemlidir. Kentlerde uygun diyalog ortamları kurulmaması halinde tepkilerin şiddete dönüşmeyeceğini kimse garanti edemez. Siyasal iktidara yönelik güvensizliği besleyen en önemli faktör, siyasal iktidarı temsil eden Cumhurbaşkanlığı makamının göçmen politikası konusunda her gün farklı ve birbiriyle çelişen açıklamalar yapmasıdır. Geri göndereceğiz’den, bayramda kimseyi göndermeyeceğiz açıklamasına, temelsiz Ensar-Muhacir yaklaşımından[2], 2Y-1Ç formülüne sert dönüşlerin yaşandığı açıklamaları sadece izliyoruz.  Afganistan ve Pakistanlılardan oluşan düzensiz göç için bir gün “Türkiye yol geçen hanı değildir” açıklaması yapılırken, iki gün sonra “İran üzerinden gerçekleşen ve giderek yoğunlaşan” bir göç dalgasından bahsedilmektedir. Bugüne dek uygulanan açık sınır politikasının yarattığı ağır sonuçlar siyasal iktidarın tek başına altından kalkabileceği bir argüman üretmesini zorlaştırdığı için, muhalefetle iş birliğine gitmelidir. Siyasal zeminde kutuplaşmanın yerini diyalog almalıdır. Siyasal zeminde kutuplaşmanın yerini diyalog almalıdır. Aksi halde yukarıdan aşağıya kutuplaşmanın aşağıdan yukarıya çatışma olarak yansıması kaçınılmaz olabilir. Ağır ekonomik koşullar altında “ev sahibi-misafir” söyleminin sürdürülebilirliği mümkün değildir. PolitikYol’da Özgür Çoban’ın Doğan Özlem ile yaptığı röportajda da belirtildiği üzere, “bu insanların geldikleri ülkelerde durum düzelince geri dönmek isteyenlerin dönmesi ya da kalıcı olmak isteyenlerin kalması için gerekli çalışmaların yapılamamış olması topluma karşı işlenmiş bir suçtur”[3]. Irkçılıkla suçlanmadan yerlerinden yurtlarından edilmiş göçmenlerin tekrar kendi yurtlarına dönüş için tedbirler hem içeride hem de uluslararası ilişkiler alanındaki diyalog kanallarının açılmasıyla alınabilir. --- [1] Derginin tamamını okumak için bkz. Luxembourg, Ville d’accueil Ville d’echanges, OnsStad, No:125, Erişim adresi: onsstad.vdl.lu Erişim tarihi: 8 Mayıs 2022 [2] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Yalın Alpay, “Düzensiz Göç Bir Hicret mi?”, Politikyol, 10 Mayıs 2022, Erişim adresi: https://www.politikyol.com/duzensiz-goc-bir-hicret-mi/ Erişim tarihi: 12 Mayıs 2022. [3] Özgür Çoban, Prof.Dr.Doğan Göçmen İle Röportaj, “Kontrolsüz Göç Dalgaları Bütün Bir İnsanlığı Barbarlığın Pençesine Düşürecek Kadar Tehlikeli”, Politikyol, 11 Mayıs 2022, Erişim adresi: https://www.politikyol.com/prof-dr-gocmen-kontrolsuz-goc-dalgalari-butun-bir-insanligi-barbarligin-pencesine-dusurecek-kadar-tehlikeli/ Erişim tarihi: 12 Mayıs 2022