Loading...
Londra’dan emperyal bir gözlem
Bu ülkede önceden yazdığım yazıdaki toplumsal bir sıkışmışlık durumu ile karşılaşmıyorsunuz. Uçsuz bucaksız doğa parkları ve itina ile korunmuş tarihsel mimari iç içe geçmiş durumda. Binaların yaşı genelde 300 civarında.
Kızım, ailesiyle birkaç ay önce eşinin de işi vesilesiyle Londra’ya yerleşmişti. Kendisini uzun bir aradan sonra ziyaret fırsatı bulabildik. Damadım havalimanından beni alana kadar birçok insan profili gözlemleri yapabildim. Burada yüzlerce insanın arasında eski tabirle 72 milleti de görebildim. Ancak İngiliz olanları çok az ayırt edebildim. Bu gözlemim Londra içi için de geçerliydi. Bunlar, her türlü renkten, siyahtan beyaza, çekik gözlüğe kadar ortak bir aidiyetin güveni içinde görünüyorlardı.
Birkaç defa ifade ettiğim gibi bu kadar çok çeşitlilik ve uyum, tam bir imparatorluk bakiyesini yansıtmaktaydı. Kendimiz için insan üzülmekte. Dünden bugüne bizim imparatorluk bakiyemizde bu kadar farklılık uzun süredir kalamadı. Toplumu ve devleti tek tipleştirmek için elimizden geleni yaptık. Biz burada Londra’daki emperyal aidiyeti tartışırken aynı Londra’da birçok Türk vatandaşı politik ve aidiyet sürgünlerini de fark edebiliyordunuz. Bu sürgünlerden bir kısmı malum yapı ile bir şekilde iltisakları olanlar. Bir kısmı da sosyal medya paylaşımları ve muhalif düşünceleri nedeniyle soruşturmaları olanlar. Önemli kısmı da kendilerine artık yarının Türkiye’sinde güvenli bir gelecek göremeyenler.
Koskoca bir imparatorluğu parçalayan zihniyet belki bu insanları hain kategorisine koyabilir. Ancak gözlemlerim doğrultusunda bu insanlardaki ortak duygu, vatana yani Türkiye’ye dönüş umudu ve sevgisi. Ne yazık ki bizlerde hâlâ iç ve dış düşmanların hayaletleri, içimizde ve tartışmalarımızda dolaşmakta. Belki de bu durum felsefi, iktisadi ve teorik derinliği olamayan insana dayanamayan bir modernleşme hikayesinin sonucu. İlaveten burada ciddi finans çevrelerinde son 10 yıllık düşüşle Türkiye’nin kredi profili güvenilirlik notunun Fas’ın altına düştüğünü de hatırlatalım.
Britanya, sömürgelerinden başlangıçta kan ve göz yaşından beslendi. Söz konusu Büyük Doğu şirketi böyle büyüdü. Britanya’nın sömürgeleri ile ilişkileri süreç içinde devlet değil tüccarlar ve malum localar tarafından yönetildi. Belki de bunun için de geçen 200 yıl sonunda, bu kadar kan ve göz yaşı sonrasında, Britanya ortak bir aidiyeti yaratabildi. Şimdi insanlar Uzakdoğu’dan veya Afrika’dan bu adaya gelerek ortak bir gelecek arıyorlar. İnsanlar çok sakin ve saygılılar. Kuşaklar boyunca sömürgelerde oluşan öç ve nefret şimdi aidiyete dönüşmüş durumda.
Peki biz ne yapabildik. Balkan Sırp, Yunan çiftçisi veya Ermeni zanaatkarlar 400 yıl önce huzur ve aidiyet içinde Osmanlı payitahtına güven bağlılık duyarken şimdi ise son 300 yıllık güya reformlarla adım adım aidiyetten uzaklaştırıldılar. Bunda tartışmasız büyük güçlerin bozucu etkileri oldu. Ancak bünye hastalıklıydı ve her türlü müdahaleye açıktı. Şu an ise artık birbirimizin ötekisiyiz. Peki bizim Britanya’dan süreç içinde farkımız nelerdi acaba. Bu da tabii ki ayrı bir yazının konusu.
Damat’a George Orwell veya J.R.R. Tolkien’in nasıl bu müthiş öngörüleri ve fantezileri yazabildiğini sorduğumda, damat buralarda yaşarsan bu yaratıcılığın nasıl elde edilebildiğini anlarsın diyordu. Bizim ülkemizde Orhan Pamuk’un yetişme şartları ne kadar iyi olsa dahi Tolkien’in yetiştiği ortam ile mukayese edilemeyeceğini aynı şekilde fark edebilmektesiniz.
Bu arada T. E. Lawrence, G. Bell veya benzer oryantalistlerin büyük malikânelerini bırakarak Ortadoğu çöllerinde egzotik bir yolculuğa çıkmalarının ardındaki bu motivasyonu da iyi anlamak gerekiyor.
Bu ülkede önceden yazdığım yazıdaki toplumsal bir sıkışmışlık durumu ile karşılaşmıyorsunuz. Uçsuz bucaksız doğa parkları ve itina ile korunmuş tarihsel mimari iç içe geçmiş durumda. Binaların yaşı genelde 300 civarında. Şaka bir yana bu durum ısınma ve izolasyon sorununu da beraberinde getirmekte. İnsan bu ortamda geçmiş ve gelecek akışı içinde kendine tarihsel bir aidiyeti ve öz güveni bulabiliyor. Belki de hayatın yavaş akışı bu coğrafyada insanları sağlıklı düşünmeye sevk etmekte.
Ülkemizde ise ne yazık ki muhafazakârlık ve taşra yağmacılığı iç içe tanımlanmış durumda. Yok edilmiş imar rantı için yakılmış tarih, düne ilişkin bir şeyin hatırlanamamasına, kaybolmuşluk veya köksüzlük kaygısına neden olabilmekte. Bu arazi rantına dayalı düzen, betonlaşma, tarih ve çevre düşmanlığını yapmakta. Geçmiş hissedilemediğinden toplum anakronik uydurulmuş tarih dizilerine hapsedilmekte. Ahlaki ve vicdani duyarlılığını yitirmiş kutuplaşmış, kapalı ve donmuş guruplar belki de bu durumun sonucu olmakta.
İngiliz tarihinde krallar ve kraliçelerin sembolik rolleri bize göre daha büyük. İktidar sembolleri buna katedraller de dahil sanat ve kültür adeta mitolojik bir fonksiyona büründürülmüş. Sanki iktidar erkinin gücünü vurgularcasına. Ama kraliyet dışında başta Churchill ve Curzon olmak üzere dünya tarihinin etkili siyasetçilerinin konutları oldukça dar ve mütevazi. Ülkede katı bir sınıf sistemi var. Üst sınıfta olmak için asalet ve soy-sop paradan daha önemli. Bundan dolayı tüm sermayelerini buralara kaydıran Arap ve Rus milyarderler bir türlü üst sınıflardan kabul alamamakta.
İngiltere’de sağlık sistemi çok problemli, çökmek üzeri dersek abartmış olmayız. Hizmetler de yavaş işlemekte. İngiliz siyasi ve ekonomik sisteminin krizde olduğunu iddia eden aydınlar ülkede azınlıkta değil. Bu ülkede görünmez bir devletin ve sert kuralların etkisini hissediyorsunuz. Tarihe ve çevreye duyarlı katı bir muhafazakârlığı da. Ancak artık bir şeylerin pek yolunda gitmediğini de.