Tuktuk yukarı tırmanmaya devam ederken başlarının üstünde yakacakları dalları taşıyan kadınları yakalıyor gözüm. Plantasyonların kurulu olduğu yamaçlardan aşağı asap bozucu, korkunç bir sefalet akıyor. Zirvede Bay Lipton’un seyir terası yer alıyor.
Bay Lipton, Sri Lanka’da çay endüstrisini başlatan isim değilse de onun gelişip dünya çapında tanınmasına öncülük etmiş.
Yirmi sene kadar Sri Lanka’da yaşamış.
Çiftliklerinin bir bölümü ama daha önemlisi evi bu civarlardaymış.
Bay Lipton’un dağın tepesindeki seyir terasına gidebilmek için araba yerine Tuktuk tercih etmek en mantıklısı çünkü o daracık, berbat yolları bir keçiler bir de Tuktuk çıkabilir.
Plantasyon, sefalet demek, sömürü demek.
Şimdilerde şartlar daha iyileştirilmiş, eskiden ne çocuklar için okuldan ne de hastaneden söz edilirmiş köylerde.
Ama artık işçilerin bu gibi ihtiyaçları karşılanıyormuş.
Tuktuk’la yarım saatten fazla tepeleri aşıyor, karşıma çıkan “çiftçi köylerinde” yavaşlayıp sırtlarındaki çuvalların ağırlığına aldırmadan çay toplayan kadınları izliyorum.
Her çiftçi kadın günde en az otuz kilo yaprak topluyormuş.
Sonra sarp yamaçları tırmanarak çay dolu çuvalları tarttırıp teslim ediyorlar.
Sabahın köründe başlayan mesailerine sabah on sularında ara veriyorlarmış.
Ben de tam o saatlerde orada olduğum için çuvallarını tartıya getiren kadınları görme fırsatını yakaladım.
Birkaçıyla sohbet ettim, fotoğraf çektim.
İnsanların hâli, içinde yaşadıkları çaresizliği ve sefaleti anlatıyor.
Sen de orada bir turist olarak, elinde fotoğraf makinesi, itiraf edemesen de onları o hâlleriyle görmekten memnun, deklanşöre basıyorsun.
O sefalet içinde bir “otantisite” arıyorsun, sanki birkaç kuruş karşılığında ölesiye çay toplamak onların varoluş sebebiymiş gibi.
Tuktuk yukarı tırmanmaya devam ederken başlarının üstünde yakacakları dalları taşıyan kadınları yakalıyor gözüm.
Plantasyonların kurulu olduğu yamaçlardan aşağı asap bozucu, korkunç bir sefalet akıyor.
Zirvede Bay Lipton’un seyir terası yer alıyor.
Hep oturduğu söylenen yere yapılan, ayak ayak üstüne attığı heykelinin yanında benzer bir poz vermek ve terasta çay içmek buranın kaçınılmaz iki eylemi.
Eh, bu görevleri de layıkıyla yerine getirdikten sonra geldiğimiz gibi Tuktuk’a binip şehre inebiliriz.
Son yıllarda yıldızı hayli parlayıp Sri Lanka turizminin en gözde yerlerinden biri hâline gelen Ella’yı geçip Ravenna şelalesi ile dokuz kemerli köprüyü görelim, ardından Ella’da biraz dolanırız.
Hem yolda biraz atıştırırız da.
Bandarewela’dan Kumbalwela’ya giderken rastgele hindistancevizi suyu molası verdiğim yol üstü tezgâhlarının birinde karşıma “papağan mangosu” çıktı.
Şekli hakikaten de papağana benzeyen mangodan yemekle kalmadım, “bethi” ve “koha” denen iki mango çeşidinden de birer tane denedim.
Hepsi güzeldi ama benim aklım en çok papağanda kaldı.
Yine bu yol üstündeki Budist tapınağının altından gizli bir tünel olduğunu öğrendim.
Sri Lankalılar, İngilizlerle savaşırken bu tüneli sık sık kullanıp düşmanı şaşırtmışlar.
Ravenna şelalesi kayalıkların arasından akıyor, bir yandan da maceracılar suya giriyor ama buraya geldiğinde yağmur başlamıştı ve o yüzden bir polis insanları derhal sudan çıkmalarını söylemek için düdüğünü öttürüyordu.
Ella’nın birkaç sene içinde kimliğini tamamen kaybedip hepsi birbirinin kopyası dejenere tatil beldelerinden olmayacağını umuyorum. Ella gibi beldeler kimliklerini koruyarak evrenselleştiği, çokkültürlü bir hâle dönüştükçe güzel.
Yağmur, bir anda suyun debisini yükseltmekle kalmıyormuş, kaçamayan insanları kayalıkların üstüne fırlatıyormuş.
Çok insan ölmüş bu şelalede yıkanırken ama gene de girmeye devam ediyorlar.
Şelalenin karşısı ana baba günü olunca tezgâhlar da açılmış, “villard mango”yu görünce bir tane söyledim.
Böylece, aynı gün içinde dördüncü kez farklı bir mango çeşidi yedim.
Diğerlerinin aksine sonuncusunu tezgâhtarın serptiği baharatla yedim.
Bakmayın şelalenin karşısında mango yediğime maymunlardan huzur yok.
Hergelelerden biri tezgâhın üstüne sotelenmiş beni bekliyor, birkaç adım atsam atlayacak üstüme alacak elimdeki mangoları.
Lipton’un aksine Adem’in Sahte Tepesi’ne -“Little Adam’s Peak”- çıkmadım, zaten dağların tepesinde hayli dolanmıştım ayrıca hava da bozdu ama aşağıdan gördüm.
Hikâyesini anlatayım: Bacakları tutmayan kör bir köylü kadının hayattaki en büyük isteği Âdem Tepesi’ne çıkıp ibadet etmekmiş. Oğlu da çok fakirmiş, annesini götürecek imkânı yokmuş. Derken akletmiş, annesini sırtına yüklediği gibi bu tepeye çıkarmış. “Anne işte geldik,” demiş, “burası Âdem Tepesi.” Bunu duyan annesi dayanamayıp son nefesini vermiş. O günden beri burası Adem’in Sahte Tepesi olarak bilinmiş.
Bu tepe, annesini ölüme mutlu gönderen çocuğun fedakârlığıyla anılmış hep.
Dokuz Kemerli Köprüye gelmek için orman içinden bir patikayı yürümeniz gerekiyor.
Aslında güzel bir yürüyüş parkuru olabilirdi ama yağmur altında küçük sülükler çıkıyormuş.
Dönerken bunlardan ikisi ayakkabımın üstünde geziniyorlardı.
Sağ ayağımla sol ayağıma tekme atmak gibi tuhaflıklar yapmak durumunda kaldım.
Tabiat için mutlaka bir faydaları vardır ama mümkünse orada kalsınlar, bana hiç bulaşmasınlar.
Köprünün güzelliği dillere destan.
Ben tam iki trenin geçişi arasında gelebildiğim için köprüde sadece fotoğraf makineleriyle bekleyen insanlar vardı hem etrafın fotoğraflarını çekiyorlar hem de bir gözleri saatte, trenin gelmesini bekliyorlardı.
Köprünün mühendisi Sri Lankalı olduğu için İngilizler hiç güvenmemişler, ilk tren geçerken gözleri kapalı beklemişler.
Dokuz Kemerli Köprü kadar işlevselliği estetikle buluşturan bir mimari görmek, hayranlık uyandırıyor.
Dokuz Kemerli Köprü kadar işlevselliği estetikle buluşturan bir mimari görmek, hayranlık uyandırıyor.
Gelelim, bir uzun caddede ibaret olan Ella’ya.
Burası turist akınına uğradığı için onlara yönelik bir arz da kendini göstermiş.
Dolayısıyla, Batılı bir turistin beklentilerine göre hizmet veren çok sayıda dükkân, lokanta, kafe vs. bulunuyor.
Ella, Sri Lankalılığını geride bıraktığı ölçüde Batılı anlamda cazip ve güzel bir turistik beldeye dönüşmüş.
Burada keyifli birkaç saat geçirdim, belki bir-iki gece geçirmek de güzel olabilirdi.
Ella’nın birkaç sene içinde kimliğini tamamen kaybedip hepsi birbirinin kopyası dejenere tatil beldelerinden olmayacağını umuyorum.
Ella gibi beldeler kimliklerini koruyarak evrenselleştiği, çokkültürlü bir hâle dönüştükçe güzel.