Laiklik ve demokrasi niye önemli?
Diyanet aşırı derecede siyasallaştı. Ali Erbaş esas görevi olan birleştiriciliği ve güveni değil, kutuplaşmayı körüklüyor. Bunun üç amacı olabilir. (a) Düşmanlaştırma siyaseti, (b) Diyanet’i lidere mutlak sadakat anlayışıyla yönetmek, (c) Sünniliğin hegemonyasını pekiştirmek.
Karşılaştırmalı din - devlet - toplum üzerine yapılan bir araştırmanın toplantısındayım. Türkiye kısmını yapıyorum. Küresel Dönemde Karşılaştırmalı Sekülerlikler başlıkla çıkacak (2010) kitap için toplanmıştık.
Bu konularda çok önemli çalışmalar yapmış Charles Taylor ve Jose Casanova ile gün boyunca süren çalışmadan sonra akşam yemeğinde sohbet ediyoruz.
Casanova, bir makalesinde de yazdığı ve bir cümlede Diyanet İşleri Başkanlığ’ını tüm sorunlu yapısıyla çözümlediği o müthiş saptamasını hatırlatarak sohbeti başlatıyor: “Öyle bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nız var ki, toplumda hiçbir kimliğini hoşnut edememe gibi bir işi başarıyor. Sunni Müslümanlara göre çok Laik; Alevilere göre çok Sunni; Kürtlere göre çok Türk; dinsel azınlıklara göre çok İslami. Bir taraftan laik devletin güvencesi olması gerekiyor, diğer taraftan sadece Sunni İslamın diğer dinsel ve kültürel kimlikler üzerinde hegemonya kurması için çalışıyor.”
Diyanet İşleri Başkanlığı: Hiçbir kimliği hoşut edemeyen bir kurum.
Casanova, bir cümlede nasıl da doğru bir tanımlama da bulunuyor.
Casanova’ya, “Tümüyle katılıyorun. Saptamana sadece bu kurumun bütçesinin iki bakanlıktan daha fazla olduğu ve bu kurumu kapatma isteminin parti kapatma nedeni sayılabileceği noktalarını ekleyebilirim” diyorum.
Aradan geçen on sene Casanovayı doğruluyor: sadece, iki farkla: Sunni İslamı temsil eden Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti yönetimi altındaki Türkiye’de artık laik kimlik de hoşnut değil ve şikayetçi. Diyanet İşleri sadece Sunni İslam ile özdeşleşmiş durumda ve sadece bu kimlik temelinde çalışıyor; ve bütçesi artık iki değil çok daha fazla bakanlığının toplam bütçesine ulaşmış durumda.
Çoğulculuğa, özgürlüğe, demokrasiye ve eşit vatandaşLığa inanan biri olarak her zaman Charles Taylor’ın “çoğulcu toplumda birlikte yaşama ancak bir siyasal norm olarak laikliğin toplumun geniş kesimleri tarafından ortak payda ya da farklılıklar arası birlikteliğin kurucu ögesi olarak kabul edilemesi ile mümkün olabilir” saptamasını çalışmalarımın başlangıç noktası olarak almışımdır.
Taylor’un paradigma kurucu nitelikteki ve Templeton ödüllü kitap çalışması “Seküler Çağ”ın (2007) ana fikri, “çoğulcu toplumda hem farklı dinsel ve kültürel kimliklerin tanınması hem de farklılıklar içinde birlikte yaşamanın mümkün kılınması için laikliğin ortak paydayı kuran norm olarak kabul edilmesini ön koşuldur”
Buna şunu da ekleyebiliriz: farklı dinsel ve kültürel kimliklerin devletle ve birbirleriyle ilişkilerinde “eşit vatandaşlık” ilkesi içinde harket etmeleri de, laikliğin ortak payda olarak kabul edilemesi ile mümkün olur.
Taylor’a dönüyorum ve “Seküler Çağ’da söylediklerin Türkiye örneğinde de geçerli olduğu gibi, Diyanet İşleri’nin nasıl ve hangi anlayış içinde hareket etmesi gerekir sorusuna da yanıt veriyor” diyorum.
DİYANET HEM AŞIRI BÜTÇEYE SAHİP, HEM KİMSEYİ TATMİN EDEMİYOR
Bu sohbeti aklıma getiren, son dönemde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, Atatürk sevgisinden, “günaydın” demeye karşı kabul edilemez görüşleri (ki Sunni İslam ile özdeş olduklarını zannediyor) ve toplumu birleştiren değerlere karşı müdahaleleri oldu.
Erbaş’ın toplumun çok önemli bir değeri olan Atatürk’e hakaret amaçlı tavırları son olarak “günaydın” demeyi “Cahiliye Dönemi” ürünü olarak tanımlamasıyla birleşti.
Son dönemde, Atatürk’e hakaret ile kulağa modern gelen her tavrı ve tercihi kötülemek sadece medyada ve kamusal tartışmalarda yapılmıyor: Ayasofya Cami İmamı’ndan Diyanet İşleri Başkanı’na kadar önemli kurumlardan da bu tür kötülemeleri duyuyoruz ve görüyoruz.
Bunun üç amacı olduğunu düşünüyorum: (a) dost-düşman ayrımı üzerinden hareket eden bir siyaset anlayışıyla laiklik ilkesini kötülemek ve düşmanlaştırmak; (b) siyaset dışı olması gereken bu kurumları aşırı siyasallaştırarak hükümetin hizmetine sunmak; Diyanet İşlerini sadakatı liyakatın önüne koyarak ve lidere mutlak sadakat anlayışıyla yönetmek; (c) esas amaç olarak sunni kimliğin hegemonyasını pekiştirmek için çalışmak.
Ali Erbaş’ın Diyanet İşleri Başkanlığı, Ayasofya’nın cami olarak açılışındaki elindeki kılıçtan “gününüz aydın olsun” anlamına gelen günaydın demeyi cahillik olarak görmesine kadar uzanan çeşitli örnekler içinde bana böyle bir izlenim veriyor.
Ali Erbaş söylem ve tavrıyla, esas görevi olan birleştiriciliği ve güveni değil, tam aksine kutuplaşmayı, güvensizliği, ve ötekileştirmeyi körükleyen bir hareket tarzını sergiliyor.
Diyanet İşleri Başkanlığını, dinsel ve kültürel kimlikleri dışlayan ve sadece Sünni İslam’ın hegemonyasını kurmak için çalışan bir kuruma dönüştürüyor.
Sünni müslümanların böyle bir isteği var mı, onu da bilmiyoruz. Ama Ali Erbaş’ın tavır ve söyleminin bu kimlik içinde de rahatsızlık yarattığını okuyuruz, dinliyoruz.
Ali Erbaş’ın her yaptığı ve söylediği bize farklılıklarımız içinde birlikte yaşamamız ve eşit vatandaş olmamız için laikliğin ortak payda olarak ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Ali Erbaş yaptıklarıyla bana aynı zamanda Casanova ve Taylor’ın görüşlerinin bugün dünden daha da geçerli olduğunu hatırlatıyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı bugün aşırı derece siyasallaşmış, kutuplaştırıcı ve toplumun geniş kesimlerini dışlayıcı ve değerlerini zedeleyici bir hareket tarzı içinde.
Bir taraftan aşırı bütçeye sahip, diğer taraftan söylem ve eylemiyle toplumun geniş kesimleri içinde aşırı derecede hoşnutsuzluk yaratan bir kurum görüntüsünde. Büyük bir ikilem...
LAİKLİK VE DİYANET “ESKİ TÜRKİYE” DE DE SORUNDU, UNUTMAYALIM
Bununla birlikte şu saptamayı da yapmalıyız. Bugünü eleştirmek, dünü eleştirmemek anlamına gelmemeli.
Dün de, laiklik ve Diyanet İşleri sorunlu, dışlayıcı ve ötekileştirici bir hareket tarzına sahipti. Birlikte Yaşama ve Eşit Vatandaşlık ilkelerinin ortak paydası olma niteliğinde değildi.
Ama, bugünkü kadar hiçbir zaman aşırı siyasallaşmış, ortak değerlerimize ve hayat tarzlarına bu kadar hakaret edici bir eylem ve söylem tarzı içinde değildi. Sadakatı bu kadar liyakatın önüne koymamıştı.
Bugünü eleştirmemiz gerekiyor. Ama, dünün de sorunlu yapısını unutmadan.
Bugünü ve dünü eş zamanlı masaya yatıran ve tartışan “ikili eleştiri” yapmalıyız.
Laikliğin siyasal bir norm olarak önemi ve yapıcı katkısı, çoğulculuk, özgürlük, haklar temelinde eşit vatandaşlık, ve demokrasi ile birleştiğinde ortaya çıkıyor.
Türkiye modernleşmesi ilk yüzyılında laiklik ilkesini bir sorun, çözülemeyen bir sorun olarak yaşadı.
Ali Erbaş’ın tavrı ve söylemine kızmak gerekli ama yeterli değil.
İkinci yüzyıla girerken, bugünden ve dünden doğru dersleri alarak ve bugünün ve dünün “ikili eleştirisi”ni demokrasi ve eşit vatandaşlık penceresinden eş zamanlı yaparak “demokratik ve özgürlükçü laiklik” ilkesini ortak payda olarak kabul etmek gereksinimi içindeyiz.