Önemli olan, kâh o tarafa kâh bu tarafa yaklaşarak bu dengeyi sağladığını sanan bir sarkaç politikası izlemek yerine, gerçekten dengeyi sağlayan bir mihenk taşı olarak yerini muhkem kılmaktır.
Çin'in İran ile Suudi Arabistan arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasında oynadığı rol geçtiğimiz günlerin en önemli gündem maddesini oluşturdu. Çin, küresel güç katsayısını yükseltme yolunda emin adımlarla ilerliyor. Sadece İran-Suudi Arabistan ilişkilerinde değil, Xi Jinping'in Moskova'ya yaptığı ziyaret ile de gündemin üst sırasında yer alan bir konum yakaladı. Evet, küresel dengeler değişiyor, ABD'nin hem Rusya'yı hem Çin'i hasım olarak tanımlamasının yarattığı tepkiler tüm dünyada ABD karşıtı gelişmelerin hızlanmasının önünü açıyor.
KÜRESEL DENGELERDE ÇOK-KUTUPLULUK
Rusya ve Çin'i birbirine bu denli yaklaştıran gelişme her iki ülkenin de büyük bir şevkle savundukları "çok kutuplu dünya düzeni". Aslında kimsenin bu kavrama karşı çıktığı yok! Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra çift-kutuplu sistem kısa bir süre ABD'nin küresel güçler denkleminde yalnız kalmasıyla birlikte aldatıcı bir tek-kutupluluk algısı yaratmıştı. Bu "algı"nın 2001 yılındaki ikiz kuleler saldırısıyla bir şehir efsanesi gibi çökmesi tüm dünyanın gerçekle yüz yüze gelmesini sağladı.
1991-2001 arasında ABD zaten yorulmuş, tek-kutuplu hegemonik bir yapının sürdürülemez olduğu da anlaşılmıştı. Birinci Körfez Savaşı bu gelişmenin en önemli yapı taşıdır. 2001 yılından sonraki Irak ve Afganistan maceraları ise ABD'nin küresel güçler dengesinde alçak profil izlemeye başladığı inancını kuvvetlendirdi.
Bugün bu boşluğu Çin'in doldurmakta olduğu birçok çevrede konuşuluyor. Oysa Çin'in küresel stratejisi ABD gibi askeri güce dayalı bir konumlanmadan çok ekonomik bir konumlanma. Çin hem Rusya ile hem İran ile hem de Suudi Arabistan ile yakınlaşıyor, ancak her üçünün de enerji kaynakları zengini ve ihracatçısı ülkeler olmaları, Çin'in enerji ithalatına ihtiyaç duyan bir ülke olduğu düşünüldüğünde çok da şaşırtıcı görülmemeli.
Türkiye, kendi politikasına bağlı kalarak, batı ile doğu arasındaki denge gözeten dış politikasını soğuk savaş döneminde de soğuk savaş ertesinde de taviz vermeden sürdürebilmiştir. Her iki coğrafya için de cazip bir aktör ve ortak olarak kabul edilmesi bu başarısına bağlıdır.
YENİ BÖLGESEL DENGELER
Biz Çin'e odaklanırken yakın çevremizde giderek pekişen bir konum elde eden Suudi Arabistan'ı gözden kaçırıyoruz galiba. Suudi Arabistan son yıllarda Ortadoğu'da giderek yükselen bir bölgesel aktör olma yolunda ilerliyor.
Suudi Arabistan'ın kaydettiği bu gelişmenin en önemli arka planını öncelikle çevresindeki diğer aktörlerle zıtlaşmayan bir politika izlemesi gerektiğini kavraması başlattı. Bir yandan Katar ile ilişkiler yumuşarken, bir yandan da İbrahim anlaşmaları ile yeni bir dış politika atılımı başlatan İsrail de Suudi Arabistan'ın radarına girdi. Örneğin artık İsrail havayollarına ait uçaklar Suudi Arabistan hava sahasından geçebiliyor.
Suudi Arabistan'ın son zamanlarda attığı üç önemli adımın da ABD'ye karşı bir politika değişikliğine işaret ettiği gözden kaçmıyor.
Birincisi, İran ile yakınlaşmanın başlaması. Elbette bu konuda kredinin büyük kısmı Çin'e yazılıyor ama Suudi Arabistan'ın bölgesinde gerginlik ve tırmanma potansiyeli taşıyan zıtlaşmalardan kendini arındırma arayışı içinde olduğu aşikâr. İsrail'in üzerine bir de İran'ın bu şekilde denkleme dahil olması bu arayışın kayda değer bir göstergesi olarak görülmeli.
İran ile ilişkilerin düzelme yoluna girmesinde önemli kolaylaştırıcı rolü üstlenen Çin, bir de Suudi Arabistan'ı Şangay İşbirliği Örgütü'ne (ŞİÖ) davet edince, Suudi Arabistan bu davete hayır demeyi düşünmedi bile. Ne var ki hem İran hem ŞİÖ adımları özünde Suudi Arabistan ile ABD'nin arasını açma potansiyeli yüksek gelişmeler.
SURİYE ARAP LİGİ'NE DÖNÜYOR MU?
İkinci önemli gelişmeyi Suudi Arabistan'ın Suriye politikasındaki değişiklik oluşturuyor, ki bunun da ABD'yi memnun edici bir gelişme olduğu söylenemez. Mayıs ayında Riyad'da yapılacak olan Arap Ligi zirvesine Suudi Arabistan Suriye Cumhurbaşkanı Esad'ı davet etmeye hazırlanıyor. Arap Ligi'nin desteğini alacak bir Suriye, uluslararası alanda ister istemez daha geçerli bir meşruiyete sahip olacak.
Ve petrol fiyatları...
Üçüncü gelişme ise OPEC ve Rusya'nın da dahil olduğu OPEC+ ülkelerinin petrol üretimini kısma kararı. Suudi Arabistan'ın başat aktör olduğu OPEC'in böyle bir karar alması elbette petrol fiyatlarının yükselmesine yol açıyor ama bu gelişme Rusya'nın işine yarıyor. Ukrayna krizi nedeniyle Rusya'yı olabildiğince sıkıştırmaya gayret eden ABD'nin bu karardan memnun olduğunu düşünmek zor.
Neresinden bakılırsa bakılsın, Suudi Arabistan İsrail ile arasını düzeltirken, bir yandan İran ile diplomatik ilişkiler kurma kararı alıyor, bir yandan ŞİÖ üyeliğini gündemine taşıyor, Çin ile yakınlaşıyor, Rusya ile dayanışma içine giriyor. Burada skor ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin aleyhine!
Dış politikada Türkiye'nin önünde bir seçenek olduğunu ileri sürmek yerine seçeneğin Türkiye'nin bizatihi kendisi olduğu gerçeğinden vaz geçmeyelim. Aksi takdirde mevcut hazin savrulmanın tutsağı oluruz.
TÜRKİYE NE YAPMALI?
Yukarıda çok özet olarak değindiğimiz gelişmeler uzun süredir Türkiye'nin de izlemesi gereken bir yol olarak savunulmaya çalışıldı. Evet, küresel dengeler değişiyor, ABD-Rusya, ABD-Çin kutuplaşmaları genel bir ABD-Asya kutuplaşmasına doğru evriliyor. Dolayısıyla, Türkiye de İran ve Rusya ile Suriye sorunsalının çözümü için başlattığı birlikteliği bu paradigmanın Asya ayağına yakınlaşarak güçlendirmeli diyenler çoğaldı. Şimdi bu yazıyı okuyunca, bu çevreler Suudi Arabistan'a sahneyi çaldırdık diye hayıflanabilirler dahi...
Öte yandan, Batı'nın da Türkiye'den beklentileri olduğunu görmek gerekiyor. Batı, yani aslında üyesi olduğumuz uluslararası kurum ve kuruluşların çoğunluğunun yer aldığı coğrafya, Türkiye'nin bu üyelikleri ile ilgili duruşunu daha güçlendirmesi beklentisi içinde. Bu beklentinin en önemli ayağını da Ukrayna krizi ve Rusya'ya uygulanan yaptırımlara Türkiye'nin katılması arzusu oluşturuyor.
Kimse Türkiye'yi, sarkaç misali, bir o yana bir bu yana çekmeye çalışmasın. Türkiye'nin yeri, konumu ve stratejik coğrafyasının gerektirdiği duruş bellidir. Çağdaş uygarlıklar düzeyine erişme yolumuz her zaman bu belli duruşa saygılı bir dış politika izlememize yol açmıştır. Bu duruş öncelikle demokrasiye dayalı güçlü hukuk devleti yapısının oluşturduğu bir omurgaya sahiptir. Bu omurga çok yakında yeniden sırtımızı dikleştirmemizi sağlayacaktır.
Öte yandan, "dünya değişiyor, yeni dünya yüz yıl öncesinin dünyası değil, Türkiye'nin de bu değişime ayak uydurması gerekir" söylemine kapılmanın da hiçbir geçerliliği yoktur. Türkiye, içindeki farklı düşünsel akımlara rağmen, II. Dünya Savaşı'na kapılarını kapatmış bir ülkedir.
Türkiye, kendi politikasına bağlı kalarak, batı ile doğu arasındaki denge gözeten dış politikasını soğuk savaş döneminde de soğuk savaş ertesinde de taviz vermeden sürdürebilmiştir. Her iki coğrafya için de cazip bir aktör ve ortak olarak kabul edilmesi bu başarısına bağlıdır.
Önemli olan, kâh o tarafa kâh bu tarafa yaklaşarak bu dengeyi sağladığını sanan bir sarkaç politikası izlemek yerine, gerçekten dengeyi sağlayan bir mihenk taşı olarak yerini muhkem kılmaktır. Dış politikada Türkiye'nin önünde bir seçenek olduğunu ileri sürmek yerine seçeneğin Türkiye'nin bizatihi kendisi olduğu gerçeğinden vaz geçmeyelim. Aksi takdirde mevcut hazin savrulmanın tutsağı oluruz.