İlk bakışta yoksulluğun artışı küresel bir salgın gibi gözüküyor; 19 ülke haricinde bütün ülkelerde yoksulların sayısı artmış. Öte yandan pandemi sonrasına odaklanıldığında zengin ülkelerin diğer ülkelere kıyasla daha hızlı “iyileştikleri” görülüyor. COVID-19 pandemisi sonrasında yeni bir dünya düzeni mi kuruldu, yoksa salgından önceki duruma geri mi döndük, henüz karar veremediğimiz aklı karışık bir dönemdeyiz. Bir açıdan baktığımızda eski düzenimizi yeniden kurmuş ve gündelik koşuşturmamıza geri dönmüş durumdayız, sokağa çıkamadığımız ve her yerde maske taktığımız günleri sanki bir başkası yaşamış. Öte yandan birçok akademik ve akademik olmayan çalışma düzenin eski düzen olmadığını bize hatırlatıyor; örneğin başta çocuklar ve gençler olmak üzere ruh sağlığı bozulmayan kimse kalmamış, hatta insanların değişmez denen kişilik özelliklerinde bile değişim gözlemlenmiş. Yaşamın belirsizliği karşısında bildik olana tutunma eğilimimiz hep aklımızda olması gereken bir kusurumuz. “Statüko yanlılığı” denen bu bilişsel kusurumuz her yeni şeyi eskisine nazaran tarif ederek kendimizi korumamıza yol açıyor, ama bir yandan da yenilikleri kavramamıza da engel oluyor. Her zaman, her ortamda eski güzel günlere dönmeyi isteyen ve dönüldüğü savunanlar bulunuyor, bu da değişime karşı kolektif bir körlüğe dönüşüyor. Sanırım şu andaki ruh hâlimiz de bu. Öte yandan, bazı gerçekler salgının bizim üzerimizde bıraktığı etkileri açıkça gösteriyor. Dünya Bankası’nın Ekim ayının sonunda yayınlamış olduğu “Correcting Course” –“Gidişatı Düzeltmek” başlıklı rapor da pandeminin hepimizi ne kadar ve bazılarımızı daha fazla yoksullaştırdığını ortaya koyuyor. Pandemiden önceki otuz yılda küresel yoksulluk kayda değer oranda azalmışken -%34’ten %9’a düşmüştü-, salgın hastalığın “aşırı yoksul” olarak tanımlananların sayısını 648 milyondan 719 milyona yükselttiğini gösteriyor, bu büyüklükteki bir artışa daha önce hiçbir ekonomik krizde yaklaşılmamış bile. İlk bakışta yoksulluğun artışı küresel bir salgın gibi gözüküyor; 19 ülke haricinde bütün ülkelerde yoksulların sayısı artmış. Öte yandan pandemi sonrasına odaklanıldığında zengin ülkelerin diğer ülkelere kıyasla daha hızlı “iyileştikleri” görülüyor, yoksul ülkeler arasında yoksulluk artmaya devam ediyor. Üstelik yoksulluk bir coğrafi sorun haline de gelmiş: Sahra-altı Afrika dünyada aşırı yoksulluğun en yaygın olduğu bölge, yoksulların %60’ı bu bölgede yaşıyor. Üstelik Ukrayna’daki savaş nedeniyle artan gıda ve enerji fiyatları yoksulları daha olumsuz etkiliyor Yoksulluğun artmasının bir de görülmeyen sonuçları bulunuyor: yoksul ailelerin çocukları eğitimlerine ara vermek zorunda kalıyorlar, bu da yoksulluğun kurumlaşmasına yok açıyor. Sağlık sorunlarını daha fazla yaşıyorlar, ölüm oranları yoksul ailelerde daha fazla. Teknolojinin sağladığı imkânlara ulaşamıyorlar ve zaten tarım gibi “ölmekte olan” sektörlerde çalışan bu çocukların ileride haysiyetli işler bulmaları zorlaşıyor. Rapora göre pandemi sürecinde çalışanların önemli bir kısmı işini kaybetmiş ya da geliri azalmış. Bu tür kayıpların da yoksullar arasında daha fazla olduğunu biliyoruz. Sonuç olarak kentlerde yaşayanların pandemi ve izleyen krizlerden daha az etkilenmesi bazı toplumlarda ülke içi eşitsizliklerin artmasıyla sonuçlanmış. Dünya Bankası, yoksullukla mücadeleyi daha çok mali politikalarla çözmeyi önererek raporunu tamamlıyor. Finansal kaynakları daha fazla olan zengin ülkeler pandemi sürecinde teşvikler ve maaş destekleriyle vatandaşlarının maddi durumlarını korumalarını sağlamışlar ve “iyileşmeyi” hızlandırmışlar. Buna karşın yoksul ülkeler bu araçları kullanmaya çalışsalar da küçük bir nüfusu hedefleyebilmişler, doğru kesimlere ulaşamamışlar, geç müdahale edip programlarını erken sona erdirmişler. Yoksul ülkelerin başarısızlığının temel sebebi tabii ki dış kaynaklara erişememeleri, yani borçlanamamaları… Enformel sektörün geniş olduğu ve işlerin daha çok kayıt dışında gerçekleştiği ekonomilerde çalışanları ya da girişimcileri koruyabilmek mümkün olmamış. Sosyal yardım sistemleri zaten iyi çalışmadığından yardımları hedeflerine ulaştıramamışlar. Yoksul ülkeler vergilerini iyi toplayamadığından ve vergilerin çoğu dolaylı vergilerden geldiğinden, yoksulları daha da yoksullaştıran etkenler olmuşlar. Oysa diğer ülkelerde vergilere yapılan müdahaleler, yoksulluğu azaltmış. Dünya Bankası, bizi şaşırtmayarak yoksulluk sorununa çözülmesini ülkelerin kendilerine bırakıyor. Pandemi gibi krizlerde en azından yoksulluğun artmasını engellemek için küresel bir dayanışmadan çok ülkelerin kendi yapılarını iyileştirmelerini vaz ediyor. Aslında daha yüksek gelirlilerden daha fazla vergi almak, kayıt dışı ekonomiyi ıslah etmek, sosyal yardım sistemlerini iyileştirmek ve “kötüsü gelirse” diye bir ulusal felaket fonu kurmak –bunu da doğrudan vergilerle desteklemek- gibi önerilerin “gerici” olduğunu söyleyemeyiz; herkesin iyiliğinde uzlaşabileceği konular bunlar.
Dünya Bankası’nın ve benzeri kurumların hatası var olan durumu mümkün kılan siyasi faktörleri yok sayma eğilimleri. Sadece küresel ekonominin işleyişini değil; ülkelerin bu sayılan hataları yapmalarına yol açan siyasal faktörler var.
Bununla birlikte, şu anda işlevi tartışılır hâle gelmiş uluslarası ve ulusötesi kurumların bu konuda inisiyatif almasına dair herhangi bir öneri görülmüyor. Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü zaten başka bir zamanın kurumları, muhtemelen de tarihte kaybolacaklar. Ancak tıpkı 1945’te olduğu gibi, küresel sorunlarla, sadece yoksulluk değil, küresel ısınma ve göç gibi önümüzdeki tehditlerle- hep beraber mücadele etmemizi sağlayacak bir küresel liderlik ufukta gözükmüyor. Bu rapor ve diğer başka raporlar, küresel krizlerin yoksulları daha acımasızca vurduğunu gösteriyor ve yoksullar ya iyileşmiyor, ya da daha geç iyileşiyor. Ülkelerarası ve ülke içindeki eşitsizliği gidermeyi ve en zayıf olanın dayanıklılığını arttırmayı amaçlayan küresel bir dayanışmayı da umamıyoruz. Oysa pandemiden alınacak en önemli ders, bu tür felaketlerden sadece izolasyon ile değil, dayanışma ile kurtulabileceğimiz. Kendi evimizde fark ettiğimiz bu gerçeği küresel düzeyde de uygulayabilecek bir hayal gücüne sahip olmanın zamanın geldi, geçiyor. Gündelik siyasetin kısır tartışmalarında kaybolmak çok daha cazip olsa da; hayallerin dünyayı değiştirme gücü olduğunu da unutmamamız gerekiyor. Dünya Bankası’nın ve benzeri kurumların yaptıkları başka bir hata da var olan durumu mümkün kılan siyasi faktörleri yok sayma eğilimleri. Sadece küresel ekonominin işleyişini değil; ülkelerin bu sayılan hataları yapmalarına yol açan siyasal faktörler var. Ülkeler arası kurumsal farklılıkların bu sonuca yol açtığını öne süren etkili ekonomistler var, o “iyi” kurumları bu ülkelerde de kurmanın ya da var olan kurumları “iyileştirmenin” sorunları çözebileceğini düşünüyorlar. Oysa bu kurumların böyle olmasının ya da değiştirilmemesinin de siyasal nedenleri var. Bir ülkenin siyasal kültürü de bulunduğu coğrafya kadar belirleyici olabilir. Ya da siyasetçiler “aklın yolunu” inkâr eden münkirler değil de, kendi öncelikleri ve tercihleri olan aktörler olabilirler. Seçmenler kandırılıyor olmaktan ziyade var olan açıklardan yararlanan kişilerdir belki. Bu yanlış durumu mümkün kılan yerel ve küresel siyasal etkenleri yok sayarak verilen tavsiyeler ise ne yazık ki bir beyin jimnastiğinden öte gitmez.