Başıma bir iş gelme ihtimali yüksek olsa da ben Kurak Günler filmini beğenmedim. Filmin en önemli başarısı Erdoğan rejimi nefretinin dile getirilmiş olması galiba. Muhalefet ancak bu tip filmler üzerinden öfkesini yansıtıyor.
Başıma bir iş gelme ihtimali yüksek olsa da ben Kurak Günler filmini beğenmedim. Oyunculuklar vasat altı, diyaloglar çok zayıf, diyalogları zihnimizde kurmamızı kolaylaştıracak sinematografik maharet eksik, bari klasik yerli yapımlar gibi müziğe ağırlık verilseydi diye düşündüm, ama o da yoktu maalesef. Filmin en önemli başarısı yenilgi yenilgi büyüyen Erdoğan rejimi nefretinin dile getirilmiş olması galiba. Önceki cümleyi bir daha okumanızı rica ediyorum. Evet seçim kazanan rejime yenilgi yenilgi büyüyen dedim ve evet muhalefet ancak bu tip filmler üzerinden öfkesini yansıtıyor dedim. Oksimoron mu değil mi okurlar karar versinler.
Yanıklar isimli bir ilçede geçen film, obruk oluşumu ve su sıkıntısı ülkenin geneline sirayet etmiş olan nepotizm, belediyenin ihale usulsüzlükleri, homofobi, dedikodu, kumpas gibi konuların künhünü içeriyor ki zaman zaman sokak röportajı isimli rezalete imza atan ve kendilerine gazeteci demekten geri durmayan dangalakların Erdoğan mastürbasyonuna benziyordu. Nefret dilinin tek taraflı olduğunu mu düşünüyorsunuz gerçekten? Sizce seküler kibrin nefreti daha yakıcı değil mi? ‘İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilirse öbürüne sağır’ oluyor. Her konunun siyah ya da beyaz olduğunu düşünen split mahiri borderline kamplaşmanın tarafı olmamak da anlaşılmıyor. Varsın anlaşılmasın ☺
Nefret dilinin tek taraflı olduğunu mu düşünüyorsunuz gerçekten? Sizce seküler kibrin nefreti daha yakıcı değil mi? ‘İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilirse öbürüne sağır’ oluyor.
Ben filmi izlerken sanırım sadece Thomas Bernhard’ı düşündüm ve toplum için, insanlar için düşündüklerinin ne kadar doğru ve hatta eksik olduğuna karar verdim.
Yaşamımız akıp gider, sancılar içinde doğar, doğurur; yine sancıyla, kıvranarak büyürüz. Bunlar olup dururken kavramlar boşlukta uçuşur, kimimiz onlara hiç bakmadan yola devam eder, kimimiz de seçtiğimiz yola uygun olanları içselleştirir, o kavramlar üzerinden konuşup eyleriz. Aşk, sevgi, küslük, gücenme, kıskançlık, şiddet, hoşgörü, kolektivizm ve binlercesi. Kimini alır baş tacı yaparız, kimini de hayatımıza hükmetse bile hiç yokmuş gibi davranırız. Bunlardan en yanlış anladığımız duygunun ise nefret olduğunu düşünüyorum. Nefret boşlukta dahi uçuşmaz, zihnimizin en karanlık tarafındadır. Düzeltelim, aslında hayatın her yerine yayılmıştır da biz yüzleşmemek için bütün menfi düşüncelerle bastırmaya çalışıyor gibiyizdir. Bu nefret duygusunu tanımamızın önündeki en büyük engel. 7,7 şiddetinde deprem yaşandıktan sonra sıcak yuvasında ailece kahvaltı yapıp çocukları etkilenmesin diye TV’yi kapatıp sosyal medyada ‘çok ağlıyorum’ diyen iki yüzlüler gibiyiz bu konuda; samimiyetsiz, sakil ve kurnaz…
Aşk, sevgi, küslük, kıskançlık, şiddet, hoşgörü ve binlercesi. Kimini alır baş tacı yaparız, kimini de hayatımıza hükmetse bile hiç yokmuş gibi davranırız. Bunlardan en yanlış anladığımız duygunun ise nefret olduğunu düşünüyorum.
Bernhard’ın ölümünün üzerinden otuz dört yıl geçti. Zaman, Bernhard’ı haklı çıkardı. Onun neredeyse bir takıntı halinde sorunsallaştırdığı, usanmadan yazdığı konular bugün yıkıcı ve boğucu bir derinliğe ulaştı. ‘Kitsch’leşme, zevksizlik, vasatlık, popülizm, halk dalkavukluğu; devlete, hükümetlere sapıkça zincirlenmiş basın, sülükleşmiş bürokrasi, kurumsallaşmış bayağılık… Bernhard, tüm bunların, ülkesi Avusturya’yı ve toplumu nasıl çürüttüğünü görüyor, duyduğu tiksintiyi öfkeyle dillendiriyordu. Bu iki kavram, ‘tiksinti ve ‘öfke’ onun adıyla özdeşleşti. Bu noktada tiksinti, öfke ve nefretten neden uzak duralım ki?
Peki, Yanıklar gibi bir şehir, sakinlerinin ruhunu cehenneme sürükleyebilen başlı başına habis bir varlık olabilir mi? Bernhard’a göre bu sorunun cevabı, şiddetli bir “Evet!” Otobiyografik eserine “Otuz yıl önce öğrenmek ve eğitim görmek için Salzburg’a gittiğimde ben de şehri sevmeye hazırdım ama ondan nefret etmeyi deneyimlerimle öğrendim,” diyerek başlayan Bernhard’a göre, orada yaşayan herkes, nasıl bir tabiatı olursa olsun, şehir tarafından huzursuz ediliyor, eninde sonunda dengesizleştirilip yok ediliyor, çoğu zaman da en ölümcül ve sinsice yollardan.
Sığ eleştirilerden de sanatsal görünümlü vasat yapımlardan da nefret ediyorum.