Popülist iktidarların yönetiminde “çekirdek ve hap bilgiler” tercih edilir. Çünkü insanların çok fazla düşünmesi, kritikte bulunması beklenmez ve tercih edilmez. Hap bilginin olduğu her yer ise vasatlığı ve kuantumcu ablaları doğurur. Gündemi pek takip etmediğim için geriden geliyorum. Geçen haftalarda “kuantum” yoluyla “bilinç temizleme” operasyonu yapan abla sosyal medyada, şurada burada gündeme düştü, hakkındaki haberleri merakla izledim. Keşke tüm konuşmalarına bir şekilde ulaşabilseydim ama sekiz bin TL. istiyormuş. Sekiz bin TL’ye iç-dış bilinç yıkama normal fiyat. AVM’lerde daha pahalı bile olabilir. Cilalama da yapıyor mu acaba? Kuantumcu abla çok sevimli geldi bana. Bu yazıda bu konuyu deşmek istedim. Bir de işin içine ayet-kitap falan da sokmuş. Yeme de yanında yat yani. Bu konu hakkında çoğu kişiyle konuştuğumda böyle şeylerin nasıl olup da peydahlandığını akıllarının almadığını söylediler. Ben sebebini kendimce kestiriyorum ve yazı bununla ilgili olacak. BİLİM BİZE LÜKS MÜ? Şu son yüzyılın gelişmeleri bu soruya kocaman bir evet cevabı veriyor sanki. Karl Mannheim’ın güzel bir kitabı vardır, “İdeoloji ve Ütopya” diye. Bu eserde Mannheim şöyle bir şey demişti: Bir toplum ne kadar statik ise yüksek sınıf o toplumda bir kast pozisyonunu ya da iyi tanımlanmış bir statüyü kazanır. Dolayısıyla büyücüler, Brahminler, ortaçağ klerjisi, o toplumun dünya görüşünün oluşumunda tekelci kontrolü yürüten ve başka sınıfların naif bir şekilde oluşan dünya görüşlerindeki farkı uzlaştıran ya da inşa eden entelektüel sınıf olarak görülürler[1]. Bilim tek başına bir işe yaramamış gibi görünüyor. Yani tek başına derken kendisi ve kendisi için bilim anlamsız bir gelişme olarak kalıyor. Bir anlam ifade etmiyor. Belirli bir kastın elinde bulunuyor. Herhangi bir liberal toplumda ise bu kastın dışına çıkması için bir engel yok. Dolayısıyla “dışarı sızan” bilim elbette dışarı olduğu gibi sızmıyor. Bir çöp poşetinden damlayan sallama çay gibi sızıyor. Geriye ise bu bilimi değerlendiren asıl teknokrasinin bilgisinden uzak insanların değerlendirmeleriyle oluşan, toplumda kahir kuvvette bir kanaat oluşturup onu etkisi altına alan bir grup insanın egemen olduğu absürt bir bilim bilgisi geliyor. Mannheim’ın eserinin oldukça eski olduğunu (1930’lar) söylemek lazım. Okur için sayısız alternatifler var, bu konuda çok güncel eserler de var. Foucault ve Deleuze’den, Merton’a kadar çok sayıda alternatif var. Ancak Fransız post-yapısalcıları bile eskidi diyebiliriz. Özellikle  Bernt Schnettler, Hubert Knoblauch ve Jürgen Raab’ın eseri “Yeni Bilgi Sosyolojisi” gibi eserler çok revaçta ve okur bunlardan yararlanabilir. Basit bir “Google araması yeter.” Aslında “basit bir Google araması bile yeter” cümlesi malum durumun ironik bir yansıması. İnsanlardaki düşünce tembelliği o kadar fazla ki Twitter’daki herhangi bir cümle, bilimsel bir önerme değerinde ele alınıyor, saygı görüyor. Hele bu sözler twitter ya da başka bir sosyal medyada “kanaat önderi” olarak kabul edilmiş kişiler tarafınca telaffuz edildiğinde… Hangi ideolojik taraf olursa olsun fark etmiyor; bu tür bir “takipçilik” eleştirel düşünceyi olduğu gibi kesip atıyor, sosyal medya gibi ifadenin ve eleştirel düşüncenin “özgürce” ifade edildiği bir ortamda bile insanları koyun gibi güdüyor. Mannheim, modern iletişim aygıtlarının gelişmekte olduğu bir dönemde bu kadar uçurum olabileceğini öngörememiş olabilirdi ama kehanet gibi öngörüleri olduğunu da söylemek lazım. Bugün sanırım Mannheim övme günüm, şu cümlesi gerçekten çok önemli: Teori ve pratik arasındaki bu görüş problemin tartışmasındaki bir ileri evrenin izleğini taşır. Aşırı entelektüalizm ve tam bir irrasyonalizm arasındaki tek taraflılık tarafından öngörüldüğü ve bunun burjuva ve muhafazakâr düşünce ve deneyimde zaten ifşa edilmiş olan tüm tehlikelerin tuzağına düşmüş olduğu kaydedilebilir[2]. Bu da bizi yine yukarıda bahsettiğim probleme geri götürüyor. Her problemin kökeninde sınıfsal bir fark görmek gibi Marksist bir alışkanlığım yok; çünkü kimi zaman bu tür bir bakış çok kestirmeci, kısa yolcu ve kolaylaştırıcı bir bakış. Ancak yine de belirli bir aşırı entelektüalizm ve eksiksiz bir irrasyonalizm sarmalında toplumun yuvarlandığını görmek mümkün ve bunun ne kadar sınıfsal bir durumun göstergesi olduğunu tam kestiremesem de belirli bir gerçekliğe tesadüf ettiğini söylemek zor değil.
Bilimin bu şekilde algılanması modern toplumlarda farklı bilimsel epistemolojilerin oluşumuna yol açıyor. Çünkü modernizmin stratejisinin temeli tek tipleştirici, merkeziyetçi bir epistemoloji olsa da toplum bunu kabul etmek istemez.
Haliyle, kuantum fizikçisi, biyolog veya bir tıp doktoru şaman gibi görülüyor. Belki de gerçekten insan hayatının trajedisi düşünüldüğünde bir tür şaman olabilirler. Aslında bir dakika duralım burada; şaman benzetmesi doğru değil. Çünkü şamanların olduğu her toplum muhakkak “sınıfsal” olmak zorunda değildir. Claude Levi Strauss’un sınıf analizinde örneğin, Winnebago yerlileri belirli klanları oluştursalar da modern sınıfsal bir topluma benzer bir yapı oluşturmazlar[3]. Ancak modern toplumlarımız sınıfsal mobilizasyon konusunda ne kadar kör-topal ilerleseler de kesinlikle sınıfsallar, bu konuda bir şüphe yok. Bu sebeple belirli bir sınıfın diğer sınıflara üstünlüğünü burada artık tartışmaya açmanın anlamı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla bu tür durumlar modern toplumlarda farklı küçük bölünmeler içerisinde farklı bilimsel epistemolojilerin oluşumuna yol açıyor. Çünkü modernizmin stratejisinin temeli tek tipleştirici, merkeziyetçi bir epistemoloji olsa da toplum bunu kabul etmek istemez. Daha önce de dediğim gibi; ben bilimsel rölativist değilim. Bilimde doğru neyse odur. Ancak dışarından topluma baktığımızda bilimin anlaşılma seviyesi bu açıdan değerlendirilebilir. Doğrusu burada bir yol ayrımı oluşuyor; kuantumcu ablayı ortaya çıkaran şey aslında bilimin ta kendisi mi? Yoksa irrasyonel düşüncenin toplumu ele geçirmesi mi? Bu bir dikotomi oluşturacak kadar sert bir ayrım mıdır? Bu sorulara verilecek net bir cevabım yok. Bilim felsefecilerinin bazıları özellikle Thomas Kuhn ve Feyerabend’in epistemolojik anarşizmi, belki kuantumcu ablayı ortaya çıkaran şeyin aslında bilimin bizzat ta kendisi olduğunu söyleyecektir. Daha rasyonalist bir bilim sosyolojisi ekolü tam tersini iddia edip irrasyonel düşüncenin topluma hâkim olduğunu söyleyebilirler.
Dediğim gibi bu, paradoksal bir şekilde bilimin cevap verebileceği bir soru olmayabilir. “Hayatın bir anlamı herhangi bir metafizik güce inanmaksızın olmaz” diyen herhangi birisi için bilim tatmin edici değildir.
Bu ise bilimsel pozitivizmin dünyamıza daha iyi bir anlam kazandıracağı düşüncesinin hastalıklı bir fikir olup olmadığına yönelik cevabımızla ilgilidir. Benim fikrimce bilim dünyadaki ıstırabımıza pek çok çare bulabilir. Ancak bilimin böyle büyük bir “anlatı” olmadığını düşünmek de mümkündür. Iain Banks’in muhteşem bilimkurgu hikayesi “Phlebas’ı Hatırla” bilimin inanılmaz bir şekilde geliştiği bir insan galaksi medeniyetinin öngörüsünü içerir. Bu öyküde insanlar çok uzun yıllar -yüzyıllarca- yaşayabiliyor, materyalist ve ateist bir topluluk olan insan medeniyeti neredeyse sınıfsız ve kooperativist bir yönetimle yönetiliyordu. Suçun ve pek çok hastalığın olmadığı bu dünyada insanlar istedikleri her şeyi yapabiliyorlar, hayattan çok sıkıldıklarında hayatlarına istemli ötenazi ile son verebiliyorlardı. Banks’in bu kitaptaki ütopyası bir anlamda Mannheim’ın kitabında ortaya koyduğu dört toplum modelinden birisine -modern komünizm- uymaktadır[4]. Dediğim gibi bu, paradoksal bir şekilde bilimin cevap verebileceği bir soru olmayabilir. “Hayatın bir anlamı herhangi bir metafizik güce inanmaksızın olmaz” diyen herhangi birisi için bilim tatmin edici değildir. Ve bir de şu soruyu sormak gerekir; bilimin kendisinin iddiası bu mudur? Bilimin dünyanın pek çok derdine derman bulması mümkündür ama nihai soruların hiçbirisi bilimin radarında değildir. Tanrı var mı? Bilime göre yoktur ya da varsa bile bilim bununla ilgilenmez. Evrendeki hayatın anlamı var mı, bu evrenin bir amacı var mı? Belki tek bir bilim insanının bu konuda bir düşüncesi vardır ama bilim de buna büyük bir cevap vermez, sadece bu tür soruları epistemolojik süzgeçten geçirmesi gerektiğine inanır. İşte bu epistemolojik süzgeç yukarıda yaptığım iğrenç “çöp poşeti” metaforuna benziyor. Yani bilim bu soruları epistemolojik ve ontolojik süzgecinden başarılı bir şekilde geçirse de süzgeçten “damlayanlar” şurada burada başka bir anlam öbeği oluşturuyorlar. Örneğin kuantum fiziğinin Everett yorumunu ele alalım. Bu yorumun, realist Broglie-Bohm çöküş teorilerinden farklı olarak kuantum fiziğinin felsefi solipsizmi ve yerbilmezliği (nonlocality) desteklediği iddia edilmiştir[5]. Kuantum fiziği alanında yapılan kimi sağduyu dışı çıkarımlar (bir atomun parçacık ve dalga ilişkisi göstermesi, belirsizlik ilkesi, Schrödinger’in Kedisi ve benzeri sonuçlar) kuantum fiziği, kütleçekim kuramları, Big Bang ve en nihayetinde de insan epistemolojisi alanında pek çok soruna yol açmaktadır. Tabii ki şurası kesin; kuantum fiziğinin Alice Harikalar Diyarı muhteviyatında yorumları olması herkesin onu önüne geldiği gibi yorumlayabileceği anlamına gelmez. Ancak mesela Everett’in farklı evrenler ve solipsizm yorumunu ele aldığımızda problemler derinleşir. Burada yine felsefe ve bilimin çakıştığı bir alan söz konusu olabilir; mesela bir atomun hem dalga hem parçacık olarak gözlemlenmesi farklı evrenler hipoteziyle açıklanıyorsa o halde hem dalganın hem parçacığın ontolojik farklılıklarını neye göre anlamak gerekir?
Belki bilim böyle bir “uzaylı artığı” gibi olabilir. Bizim evreni anlayışımız gerçekten çok kıttır; beş duyumuz hiçbir gerçeği tam olarak vermez ve bilimsel anlayışımız da uzun vadede bu sonuçları anlayabilecek gibi görünmemektedir.
Elbette bu gibi teknik sorular bir fizikçi olmadığım için beni aşıyor. Burada yine çöp poşeti örneğine benzer bir örneği bilimkurgu edebiyatından vereceğim. İki büyük Sovyet bilimkurgu yazarı Arkady ve Boris Strugatsky kardeşlerin 1960’larda yazdığı bir hikâye vardır Roadside Picnic adında. Bu çok güzel hikâyenin adı Türkçede “yol kenarı pikniği” anlamına gelir. Hikâyenin adı bir metafordur; biz nasıl bir piknik yaptığımızda bizden kalanları hayvanlar yiyorsa, insanlar da uzaylıların dünyanın belirli bölgelere bıraktığı “artefaktların” peşine düşmektedir. Bu bölgelere giriş çıkışlar devlet tarafından kontrol edildiği ve bu bölgelerdeki anomaliler çok tehlikeli olduğu için bu işin ustaları “stalkerlar” bu bölgelere giriş çıkışlarda meraklılara ve turistlere yardımcı olurlar. Aynı hikâye Stalker adı altında büyük yönetmen Andrei Tarkovsky tarafından filme uyarlanmıştır. Film sadece bağımsız ve ticari olmayan sinemanın köşe taşlarından birisi olmakla kalmamış, aynı zamanda bilimkurgu sinemasında da hatırı sayılır bir yerde görülmüştür. Belki bilimin çıkarımları böyle bir “uzaylı artığı” gibi olabilir. Bizim evreni anlayışımız gerçekten çok kıttır; beş duyumuz hiçbir gerçeği tam olarak veremediği gibi evrenin bilimsel anlayışı da uzun vadede bu sonuçları anlayabilecek gibi görünmemektedir. Dolayısıyla bilimsel anlayışın sonuçları da Stalkerlar tarafından kovalanmaya başlar. Kuantumcu abla böyle bir Stalker’a benzetilse de onun dolandırıcı bir versiyonu olabilir. Ancak “yine de ne farkı var?” diye de sorabiliriz. Büyük felsefeciler, düşünürler döneminin iktidarları gibi popülist iktidarların bilimsel ve epistemolojik gerçekliğin kontrolünü nasıl ele geçirdiklerini çoktan görmüşlerdir. Çok fazla benzetme kullandım sanırım; bu adeta filmlerde çok gizli deneylerin yapıldığı yer altı laboratuvarları gibi bir şeydir. Her şey orada saklanır ve ona ulaşmak sadece belirli insanların uhdesindedir. İşte bilim, iktidar, sosyoloji ve epistemolojisi ilişkisinin düğümlendiği yer böyle bir şeydir. Özellikle popülist iktidarların yönetiminde “çekirdek ve hap bilgiler” tercih edilir. Çünkü insanların çok fazla düşünmesi, kritikte bulunması beklenmez ve tercih edilmez. Hap bilginin olduğu her yer ise vasatlığı ve kuantumcu ablaları doğurur. Kimsenin kuantum fiziği, epistemoloji ve bilim felsefesi gibi alanlarda uzman olması gerektiğini iddia etmiyorum. Ancak yukarıda “kuantumcu ablayı ortaya çıkaran şey bilimin kendisi mi?” sorusuna net bir cevabım yok derken biraz kestirip atmış olabilirim. Bence en temel kritik düşünce metotları insanların elinden alındığı için bu tür şarlatanlar ortalara çıkmaktadır. Kısacası bence bunun sebebi modern bilimin kendisi değildir; bilimsel bilginin eleştirilebileceği en temel ortamın oluşmasını sağlayan kamusal alanın eksikliğidir. Bunu düşünmemin sebebi ise yıllar sonra Sakallı Dedemiz Marx’ı anlamamı sağlayan bir aydınlanmadır; Marx’ın en nihayetinde savunduğu herkesin eleştirel düşünebileceği bir toplumdu. Bu toplum ise ona göre ancak ve ancak sınıfsız bir toplumda mümkündü. Belki gelecek hafta buna değinirim, başka bir kuantumcu abla çıkmazsa… Görüşmek dileğiyle… --- [1] Karl Mannheim, Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge, [2] Karl Mannheim, a.g.e., s.113. [3] Claude Lévi-Strauss, Structural Anthropology, Basic Books, New York, 1963, s.160. [4] Karl Mannheim, a.g.e., s.231. [5] Travor Norsen,  Quantum Solipsism and Nonlocality, https:/www.cambridge.org/core/terms. https://doi.org/10.1017/CBO9781316219393.015, giriş tarihi 19.04.2022, s.220.