Konuşmaya zihniyetten mi başlanmalı kavramlardan mı?

Abone Ol
Batı’da devleti demokratikleştirmek amacıyla meşruiyetini toplumdan alan siyaset güçlenirken; Türkiye’de devlet siyasetin önüne geçmiştir. Özetle, Batı ile aynı kavram setini kullansak da ifade ettikleri anlamlar hayli farklıdır. Kısa bir süre önce Genel Yayın Yönetmenimiz ve dostum Ali Haydar Fırat ile edebiyatın önemli isimlerinden birini ziyaret etmiştik. O ziyaretten aklımda kalan şeylerden biri; Türkiye’nin yeni bir dönemin eşiğinde olduğu ve bu dönemde geçmişteki hataları tekrarlamamanın yollarından birinin de özellikle siyaseten kullanılan “kavramları” yeniden üretmek gerekliliği oldu. Bunun yolu ise o kavramları konuşmak ve tartışmaktan başka bir şey değil. Geçtiğimiz cumartesi sitemizde Tanju Tosun’un “Merkez sağın yeniden inşası: İmkânlar ve sınırlar (1)” başlıklı yazısını görünce açıkçası mutlu oldum. Bu yazı bir anlamda “sağ”ı, “merkez sağ”ı tartışmaya açması anlamında önemli. AYNI KAVRAMLAR FARKLI ANLAMLAR Türkiye’de özellikle siyasette de kullandığımız kavramlar genel olarak Batı dünyası ile benzerdir. Mesela “sağ”, “sol”, “liberal”, “özgürlükçü”, “muhafazakâr”, “otoriter”, “laik”, “sivil toplum”, “sivil toplum kuruluşu” gibi kavramları sıkça kullanırız. Ancak bütün bunların bizdeki anlamları, içerikleri ve ifade ettikleriyle Batı’daki karşılıkları birbirinden tamamen farklıdır. Bunun temel nedeni ise Batı ile aramızdaki zihniyet farkıdır. Aynı kavramları kullanmak bizi Batılı yapmıyor. Sonuç olarak kavramlara anlam veren de onların içinin doldurulduğu zihniyet. Bu yüzden siyaseten kavramları tartışırken aynı anda zihniyet düzleminde bir ayıklama yapmak durumundayız. Batı’da son iki yüzyıllık süreçte devleti demokratikleştirmek amacıyla meşruiyetini toplumdan alan siyaset ve ona eşlik eden sivil toplum güçlenirken; Türkiye’de ise tersine devlet, sürekli olarak topluma baskın olmuş ve siyasetin önüne geçmiştir. Batı’da toplum, özellikle yerelde siyasete müdahil olarak devleti denetleme mücadelesi verirken; bizde ise devlet siyasetin alanının çizerek, toplumsal talep ve katılımı minimize etmeye çalışmıştır. Özetle, Batı ile siyaseten aynı kavram setini kullansak da bunların ifade ettiği anlamlar hayli farklıdır. Başta siyaset olmak üzere merkez, sağ, sol gibi kavramlar buna dahildir. Mesela siyaseti alalım. Siyaset en basit tanımı ile toplumsal taleplerin, kamusal alanda siyasal karar süreçleri ile kesişerek toplumsal sorunların çözülmesidir. Burada kritik nokta; toplumsal taleplerin kendisini kamusal alanda ifade edebilmesidir. Bu ise ancak siyasi partiler ya da özel olarak o sorunu siyaseten sahiplenmiş sivil toplum kuruluşlarının varlığına imkân tanıyan bir siyasal anlayışın, kamusal alanın varlığıdır. İkincisi etkili bir toplumsal katılımla bu taleplerin, sorunların siyasal karar süreçleri ile kesişerek çözülmesidir.
Cevabını aramamız gereken soru şudur. Devlet karşısında toplumu/bireyi önceleyen parti ve siyasallaşma oldu mu? İstisnai dönemler hariç (CHP’nin 1974-77 dönemi; DP’nin, ANAP’ın, AK Parti’nin ilk dönemleri) evet demek mümkün değildir.
Elbette bunun tüm farklı sorunlarda benzer biçimde işlemesidir. Bu tablo, toplumsal sorunları, talepleri önceleyen bir siyasallaşmaları, partileri varsayar. Yani bu sistemde siyasi parti/lerin meşruiyeti ve siyasal öncelikleri toplum/bireydir. Burada siyasetin var olup, olmadığıyla ilgili cevabını aramamız gereken sorular şunlar olmalıdır. Türkiye’de siyaset bu tür bir siyasallaşmaya izin veriyor mu? Bu tür siyasallaşma ne kadar mümkün? Devlet karşısında toplumu/bireyi önceleyen parti ve siyasallaşma oldu mu? Kabaca bütün bu sorulara istisnai dönemler (Demokrat Parti’nin ilk dönemi, CHP’nin 1974-1977 dönemi, ANAP’ın ilk dönemi, AK Parti’nin ilk dönemi gibi.) dışında “evet” demek mümkün değildir. Bütün bu istisnai dönemlerin ortak özelliği, bu partilerin devlete mesafe alarak, siyasal meşruiyet ve güçlerini toplumdan almaları ve toplumsal talepleri siyasallaştırmalarıdır. Ancak Türkiye’de devlet geleneği o kadar güçlüdür ki, zaman içinde tüm siyasal partileri kendine benzeterek, onların devletçi olmalarını sağlamayı başarmaktadır. Bu açıdan Türkiye için şunu söylemek mümkündür; evet Türkiye’de çok partili hayata geçtikten sonra, siyasi partilerden, seçimlerden bahsetmek mümkündür ama bunların varlığı tek başına siyasetin olduğu anlamına gelmemektedir. ZİHNİYET DEĞİŞMEDEN OLMAZ Yani Türkiye’de siyaset, ancak meşruiyetin devletten alındığı, devletin çizdiği sınırlar ve izin verdiği sorunlar dile getirildiği ölçüde var olmuştur. Bu haliyle siyaseti, bir ucunda devlet, bir ucunda toplum olduğu bir meşruiyet alanı varsayarsak; Türkiye’de siyaset, istisnai dönemler dışında çoğunlukla meşruiyetin devletten alındığı, toplum için değil devlet için yapılmış ve devlete yakın bir alanda yapılmıştır. Var olan partilerin sağcı ya da solcu olmaları ise savunduğu değerler bağlamında evrensel değer kabul edilebilecek laikliği öne çıkaran partiler “sol”; muhafazakârlık gibi yerel değeri önceleyen partiler “sağ” parti olarak adlandırılmışlardır. Burada “milliyetçilik” ise bir değer olarak sağ ve sol partileri devlete çeken bir mıknatıs görevi görmüştür. Bu tablo bize Türkiye’de siyasi partilerin varlığına, seçimlere rağmen siyasetin demokrat değil ancak otoriter bir zihniyetle var olabildiğini söylemektedir. O yüzden yeni dönemde en önemli önceliğimiz siyaseti yeniden inşa etmek ve onu ayakları üzerine dikmek olmalıdır. Bu ise ancak zihniyet düzleminde bir farklılaşma ile mümkündür. Çünkü siyaset ancak demokrat bir zihniyet içinde üretildiğinde toplumsal sorunların çözümünün zemini olur. Devam edeceğiz…