Loading...
Çukurova ıslah edilir, geniş toprakları tarıma kazandırılır. Toroslarda konar-göçer yaşayan aşiretler 1865 iskân hareketiyle iskâna teşvik edilir. Bataklıkların kurutulmasının ardından konar-göçer aşiretler peyderpey yerleşime geçer.Peki sinema? Paris’te 1896’da halka açık yapılan ilk film gösterimlerinin hemen ardından Lumière Kardeşler’in sinematografları, Fransa başta olmak üzere, Avrupa’ya egzotik yerleri, halkları ve kültürleri göstermek için dünyanın her yerine dağılırlar. Bu kameramanlardan Alexandre Promio, 1897 yılının Mart ayındaki Mısır seyahatinin ardından Akdeniz kıyılarını takip ederek kuzeye yönelir. Nisan 1897’de başlayan seyahatinin ilk durağı Tel Aviv’dir; Promio, Hayfa ve Kudüs’ten manzaralar kaydeder. Sonra kıyıdan içeriye Beytüllahim’e geçer ve ardından yeniden kuzeye, Beyrut ve Şam’a devam eder. Promio buralarda yirmi kadar kısa film çektikten sonra, muhtemelen Hatay üzerinden Anadolu’ya girer ve İstanbul’a yönelir. İstanbul’da bir askeri geçit törenine ait iki film ile bir Haliç ve bir Boğaz manzarası çeker ki, bu filmler bugün İstanbul’a dair en eski film kaydı olarak kabul edilmektedir. Promio, muhtemelen Toroslar’dan geçen ilk sinemacıdır ve kısa zamanda başka sinemacılar onu takip eder. 1902’de Dimitri adındaki bir Rum sinematografçı önce Mersin’de hemen ardından da Adana’da film gösterimleri yapar. Bugün, 1902’deki film gösteriminin hemen ardından Adana’daki Rum Cemaati’nin bir sinema kurduğunu ve bu sinemada çok düzenli olmasa da gösterimler yapıldığını bilmekteyiz. Ama bu yıllarda şehirde faaliyet gösteren tek sinema işletmesi bu değildir: Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Fransız işgali altındaki Mersin’de faaliyet gösteren La Pensée adlı fotoğraf stüdyosunun editörlerinden Kyrkias Papadopoulos’un 1920’lerin hemen başında Adana’da, Eski Gar Meydanı’nda çektiği bir fotoğraf, açık hava sinemasının varlığını göstermektedir. Rum Sineması, Lozan Antlaşması’yla gerçekleştirilen mübadele sonrasında kamulaştırılır ve Adana Türk Ocağı’na devredilir. 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası’na devredilen sinema daha sonra da satılacak ve Asrî Sinema adını alarak uzun yıllar çalışacaktır. Cumhuriyet’in bu ilk on yılında Adana’da yoğun bir sinemacılık faaliyeti olduğunu; şehirdeki tiyatrolarda, kumpanyalarda hatta gazinolarda ya da barlarda zaman zaman gösterimlerin yapıldığını; bununla birlikte Türk Ocağı Sineması –Asrî Sinema–, Lâle Sineması –daha sonra sırasıyla Elhamra ve Alsaray Sineması adlarını alacaktır–, Tan Sineması ve Yeni Sinema’nın faaliyet gösterdiğini; ama 1920’lerin sonunda Zabit Yurdu gibi kimi kurumlarda da sinema salonlarının açılmaya başladığını görebilmekteyiz. Yine arşivlerden bu dönemde şehirde Şark Tiyatrosu, Hürriyet Tiyatrosu gibi salonlarda ve Seyhan Parkı gibi yerlerde de film gösterimleri yapıldığı anlaşılmaktadır. Sinemaya gösterilen olağanüstü ilgi ve bu ilginin yarattığı çeşitlilik 1950’lerden itibaren artarak devam eder ve 1960–1975 döneminde zirveye ulaşır. 1960’ların sonunda Adana şehir merkezinde 35 salon ve 75 açık hava sineması; Mersin şehir merkezinde 13 salon ve 30 açık hava sineması ve Hatay şehir merkezinde ise 28 salon ve 25 açık hava sineması bulunduğunu biliyoruz. Buna ilçe merkezlerindeki, kasaba ve köylerdeki sinemaları da eklediğimizde muhtemelen 450 kadar sinema bölgede faaliyette olmalı. Çukurova’nın, özellikle de Adana’nın ekonomisinin yükselişi kadar çöküşü de bambaşka bir hikâye ve tahmin edersiniz ki, sinemanın da bölgedeki yükselişi kadar çöküşü de dramatik. Tüm bunlardan dolayı, dünyadaki pek çok yükselen ve çöken sanayi bölgesinin sinema tarihine benzer bir tarihi ama aynı zamanda pek çok diğer bölgesinden farklılaşan bir sinema tarihi var Çukurova’nın. Makineli tarım veya mevsimsel işçilik denilince ilk akla gelen yerlerden birisi Çukurova. Bu iktisadi faktörler kentin sinema tarihini nasıl etkilemiştir? Hemen önceki soruda, aslında tüm bunların ekonomik faktörlerle son derece ilintili ve sanayi kentleriyle –buna sanayi kentlerinin özel bir biçimi olduğunu düşündüğüm liman kentlerini de eklemeliyiz– sinemanın son derece güçlü bir etkileşim içinde olduğunu söylemeye çalışıyordum. Adana sinemalarının zirvede olduğu 1960–1975 döneminde şehrin sanayisiyle sinemanın ilişkisini biraz daha ayrıntılı şöyle açıklayabiliriz: 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulusal pamuk üretiminin merkezi konumundaki şehirde, mevcut tarıma dayalı üretim, sanayii ve ticarete yönelik faaliyetler 1940’tan itibaren olağanüstü büyüme gösterir. Şehir, tarımsal üretimin önemini korumasıyla birlikte, Cumhuriyet döneminin ilk anakentlerinden biri olarak hızlı sanayileşme süreci yaşar. 1907’de Aristidi Kosma Simyonoğlu tarafından “Simyonoğlu Fabrikası” adıyla kurulan Adana Millî Mensucat Fabrikası, sanayinin lokomotifi konumundadır. 1937’de faaliyete geçen Sümerbank’ın pek çok iştiraki de Adana’da yerini alır. Devletin bu girişimlerini özel sektöre bağlı irili ufaklı onlarca çırçır ve iplik atölyesi izler. Sanayileşme, 1948’de Truman Doktrini ve Marshall Planı’nın ilanı, 1950’deyse Demokrat Parti’nin iktidarı devralmasıyla yeniden ivme kazanacaktır. Bu ivmeyle Adana’ya çok sayıda tarım ve tarıma dayalı sanayide kullanılacak araç–gereç girişi olur. 1951’de PAKSOY Ticaret ve Sanayi A.Ş., 1953’te Güney Sanayii ve Ticaret A.Ş. faaliyete geçer. 1956’da Hacı Ömer Sabancı’nın sahibi olduğu ve sonradan devasa bir holdinge dönüşecek yapının ilk adımlarından BOSSA Ticaret ve Sanayii A.Ş. ve Akdeniz Tekstil Sanayii Fabrikaları kurulur. Bunu Ahmet Sapmaz ve Hacı Ömer Sabancı ortaklığıyla kurulan SASA Suni ve Sentetik Elyaf Sanayi A.Ş. takip eder. Aynı yıllarda şehrin genişlemesine bağlı olarak inşaat malzemesi üreten fabrikalar faaliyete geçer. 1954’te kurulan Çukurova Çimento Sanayi T.A.Ş. ve Çukurova Makine İmalat ve Ticaret A.Ş., alanlarındaki en büyük işletmelerdendir. Bu kadar büyük bir ekonomi doğaldır ki kendi finans sistemini de yaratacaktır. Şehrin büyük sermayedarlarının girişimiyle 1948’de Akbank, 1955’te Pamukbank kurulur.
Ulusal pamuk üretiminin merkezi konumundaki şehir 1940’tan itibaren olağanüstü büyüme gösterir. Sümerbank’ın pek çok iştiraki Adana’da yerini alır. Devletin girişimini özel sektöre bağlı irili ufaklı onlarca çırçır ve iplik atölyesi izler.Henüz bütünüyle makineleşmemiş tarımsal üretim, özellikle de pamuk üretimi nedeniyle tarım işçisi istihdamına yoğun talep vardır. 1940’tan sonra ekimi yapılan, yüksek verimli ancak çok kısa sürede toplanması gereken akala pamuğu üretimi nedeniyle çok sayıda mevsimlik tarım işçisi Adana’ya yönelir. Diğer yandan, tarımda makineleşmenin başlamasına da koşut biçimde köylerden şehir merkezine yoğun hareket vardır. Gerek sanayii kolunda gerekse hammaddeyi sağlayan tarım arazilerinde işgücüne talep arttıkça şehrin nüfusu da artar. Ağırlıkla Çukurova Bölgesinden kaynaklanan yoğun göç nedeniyle şehrin nüfusu 1965’te yaklaşık 402.000’i merkezde, 480.000’iyse köylerde yerleşmiş bulunmak üzere, 902.000 kişiye ulaşır. Üstelik bu dönemde, 1965–1970 yılları arasında şehre göç edenlerin %77’si ücretli olarak çalışmaktadır. Bu, var olan talebin yüksek oranda istihdama dönüştüğünü göstermekle birlikte, şehirdeki devingen nüfusun çay bahçeleri, gazinolar ve özellikle sinemalarda yoğunlaşan toplumsal hayata, öyle veya böyle katılabileceği maddi olanağa sahip olduğunu da göstermektedir. Bu büyük ekonomi insan hareketliğine yol açar ve bu hareketliliğin tetiklediği çeşitlilik kültürel alana da yansır. “Adana’yı edebiyatta, sanatta ve sinemada bu kadar özel kılan etmenler nedir?” sorusuna senarist ve yazar Osman Şahin’in yanıtı da tüm bunlarla ilişkilidir: “Edebiyat, sanat ve sinema varsıllar ve yoksullar arasındaki hırsın, çatışmanın ve çelişkinin olduğu yerde doğar, büyür ve gelişir.”
“Adana’yı edebiyatta, sanatta ve sinemada bu kadar özel kılan etmenler nedir?” sorusuna senarist ve yazar Osman Şahin’in yanıtı da tüm bunlarla ilişkilidir: “Edebiyat, sanat ve sinema varsıllar ve yoksullar arasındaki hırsın, çatışmanın ve çelişkinin olduğu yerde doğar, büyür ve gelişir.”1960’tan sonra, Adana’da sinemaya talep öylesine büyüktür ki Trakya, Zonguldak ve Eskişehir’i içine alan İstanbul bölgesinin hemen ardından ikinci pazarı oluşturur. Dönemin önde gelen yapımcılarından Hürrem Erman, gelirin büyük kısmının İstanbul ve Adana bölgesinden elde edildiğini, bunu İzmir, Samsun ve Ankara’nın takip ettiğini dile getirir. Aynı anda 100’ün üzerinde kapalı salon ve yazlık sinemanın faaliyet gösterdiği; 1973’te 70mm projeksiyon makinesine sahip bir işletmenin bulunduğu ve Feza Efsanesi 2001’le (Stanley Kubrick, 1968) ilk gösterimin yapıldığı, ama aynı zamanda sinema çerçilerinin katır sırtına yükledikleri 16mm’lik projeksiyon makineleriyle yayla köylerinde film sattıkları bir ortam söz konusudur. Film yapımı, ithali, dağıtımı ve bunlarla bağlantılı alanlarda faaliyet gösteren işletmelerin Adana Filmciler Derneği’nde, sinema sahiplerinin veya işletmecilerinin Adana Sinemacılar Derneği’nde, seyircilerinse Sinematek Derneği ve Türk Film Arşivi’yle işbirliği yapan sinema kulüplerinde örgütlendiği dönemdir bu. Üstelik bu yapı salt tüketim etkinlikleriyle kurulmuş değildir. Ulusal alanda tanınan Orhan Kemal ve Osman Şahin gibi senaristler; Yılmaz Güney, Ali Habip Özgentürk, Yılmaz Duru ve diğer yönetmenler; Arif ve Abdurrahman Keskiner kardeşler veya İrfan Atasoy gibi yapımcılar ve salon işletmecileriyle, Umut (Yılmaz Güney ve Şerif Gören, 1970), Endişe (Yılmaz Güney ve Şerif Gören, 1974) veya Zıkkımın Kökü (Memduh Ün, 1993) gibi filmler de bu yapının parçasıdır.
1960-75 dönemini olağanüstü buluyorum. Yeşilçam’ın tek belirleyici olmadığı ve bir bakıma film yapım ve dağıtımının merkezsizleştiği bir dönem bu. Çok sayıda ve çeşitlilikte film üretiliyor ve yıllık film üretim sayımız zirveye ulaşıyor.Kendi adıma, kimi zaman “Yeşilçam’ın Altın Çağı” olarak da adlandırılan 1960-1975 dönemini olağanüstü buluyorum. Türkiye’nin farklı film işletme bölgelerine bölündüğü, film yapım, üretim, dağıtım ve gösterim pratiklerinin bölgelere göre değiştiği ve bu nedenle de “Bölge İşletmeciliği Modeli”nin de hâkim olduğu bir dönem. Bu yapı sinemamızda olağanüstü bir çeşitliliği ve zenginliği getiriyor. Her ne kadar Yeşilçam’la anılsa da aslında Yeşilçam’ın tek belirleyici olmadığı ve bir bakıma film yapım ve dağıtımının merkezsizleştiği bir dönem bu. Doğal olarak çok sayıda ve çeşitlilikte film üretiliyor ve yıllık film üretim sayımız bu dönemde zirveye ulaşıyor –halen yılda bu dönemde üretilen film sayısının dörtte biri kadar film üretebiliyoruz–. Sadece popüler sinema da değil, Toplumcu Gerçekçi Sinema değil, Millî Sinema, Halk Sineması ya da Beyaz Sinema gibi ulusal politik sinemamız da bu dönemde filizleniyor ve büyüyor. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemle bu dönemi kıyaslarsak, 1960-1975 döneminde çok iyi bir yerde olduğumuzu söyleyebiliriz. Ama ne yazık ki, tarih her zaman iyiye doğru akmıyor. Tabii ki sadece 12 Eylül darbesiyle değil, ama 1980’le beraber sinema alanında yaşanan ve giderek derinleşen çöküşün bugün de devam ettiğini düşünüyorum. Bugün, özellikle uluslararası alanda kazanılan ödüllerin ve festival başarılarının ise bu çöküşü sadece maskelediğini bile söyleyebilirim. 1960-1975 döneminde gördüğümüz üretim zenginliğini ve çeşitliliğini, bu dönemdeki salon ve açık hava sinema sayısını, film yapım, dağıtım ve üretimiyle meşgul olan işletme sayısını ve seyircinin sinemaya olan olağanüstü ilgisini bugün yeniden görmemiz çok zor sanırım. Bu bağlamda, son dönem Türkiye sinemasını nasıl buluyorsunuz? Kuzey Amerika – Hollywood ya da Avrupa Sineması için yapılan bazı eleştirilerin ülkemiz için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bugün, “sanat sineması” ve “gişe sineması” belki de sinema tarihi boyunca tanıklık etmediğimiz bir keskinlikte ayrışmış durumda. Üstelik ulusal sinemamızın ekonomik yapısı da tarih boyunca tanıklık etmediğimiz bir ölçüde tekelleşmiş durumda. Film yapımı, dağıtımı ve gösterimi majör aktörlerin elinde ve çoğunlukla gişe garantili olduğu düşünülen komediler ya da aksiyon filmleri üretilip gösterime sokuluyor. Bu iki türe son dönemde biyografiler de eklendi ki, bence bunlar yakın gelecekte üzerinde çok konuşacağımız filmler olacak. Küresel gişe sineması ise bildiğiniz üzere, çizgi roman uyarlamalarının ya da aksiyon film serilerinin hegemonyası altında. Buna karşın sanat sinemasına kalan alanın neredeyse sadece festivaller olduğu ve bu nedenle de çok kısıtlı bir seyirciye ulaşabildiği bir sinema iklimi söz konusu. Üstelik her iki alanda da monokültürel bir durum var: Gişe garantisi arayışının popüler sinemayı sıkıştırdığı kalıpların benzerlerini ödül garantisi arayışına sıkışan sanat sinemasında da görüyoruz. Konu, tema, form ve estetik açılardan benzer filmlerle karşılaşma sıklığımız artıyor sanırım. Bu duruma, dünyanın hemen her yerinde getirilen eleştirinin ülkemiz için de geçerli olduğunu düşünüyorum: Bu iki alana –gişe ya da festivaller– sıkıştırılan seyircinin ve sinemanın “orta kuşak filmlere” ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. 2000’lere kadar çokça örneğini gördüğümüz yüksek gişeli, biçim ve içerik açısından da niteliği yüksek olan ama doğrudan sanat sineması da sayılmayan filmlere yeniden ihtiyacımız var, hem küresel hem de ulusal ölçekte. Kişisel olarak, bu sinemanın teşvik edilmesi için politikaların geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. 1960'lar edebiyatta olduğu gibi sinemada da “toplumsal gerçekçi” veya “toplumcu” akımın hakim olduğu dönemler. Sinemada birey-toplum ilişkisi veya ikiliğini nasıl değerlendirirsiniz? Sinema, tiyatro ya da konserler gibi, çok sayıda insanla bir arada deneyimlenen ve bir bakıma ayinsel bir yönü olan bir sanat; diğer yandan ise tamamen bireysel ve öznel olarak da deneyimlenebilen bir fenomen. Üstelik, hem yapıtın izleyiciyi şekillendirdiği-dönüştürdüğü hem de izleyicinin yapıta anlam atfettiği ya da ona yönelik talepte bulunduğu karşılıklı bir akışın olduğu karmaşık bir süreç. Sinemamızın 1960-1975 dönemi bu karşılıklı akışın ve etkileşimin en güçlü olduğu dönem belki de. Sinemaya bir işlev yüklemenin, işlev atfetmenin anlamsız ve sanatın yapısına-doğasına aykırı olduğunu düşünüyorum ama aynı zamanda sanat yapıtlarının bu işlevleri kendiliğinden üstlendiğine de inanıyorum. Nihayetinde her yapıt, dönüştürücü de olabiliyor. Jacques Rancière, “bir gösteriyi seyredip de dünyayı kavramaya, entelektüel olarak kavrayıp da eylem kararı almaya geçmeyiz. Duyumsanabilir dünyadan, başka hoşgörüler ve hoşgörüsüzlükler, başka kabiliyetler ve kabiliyetsizlikler tanımlayan başka bir duyumsanabilir dünyaya geçeriz,” diyor. Sinema tam da bu nedenle, toplumsal yönü çok güçlü bir sanat. Duyuların ve duyguların toplumla paylaşılabildiği ve çok sayıda kişinin aynı anda sevindiği, mutlu olduğu, öfkelendiği ve üzüldüğü anlar, alanlar yaratıyor. Kendi adıma, filmlerle kurduğumuz ilişkinin bireysel ve öznel bağlamlarını görmezden gelmeden, topluluk deneyiminin önemli olduğunu düşünüyorum. Sinemayı ayrıştıran ve ayrımlar oluşturan değil de, birleştirici bir sanat olarak değerlendiren yaklaşımları seviyorum. Ülkenin siyasi ve iktisadi tarihi ile sinema tarihi arasında bir paralellik var mıdır? Sanırım şu ana kadar sadece bu paralellik hakkında konuştuk. Tarımsal ve endüstriyel sanayi, sanayi kentleri veya bölgeleri, limanlar, demiryolları ve tabi ki işçi sınıfı olmasaydı sinema da –en azından bugün bildiğimiz biçimiyle– var olamazdı sanırım. Türkiye'de halkın sinema ile kurduğu bağı özgün kılan şeyler var mıdır? Yoksa evrensel bir bağdan söz edebilir miyiz? Dünya üstündeki tüm insanların sinemaya bakışı benzer midir? Sinema alanında 2000 sonrasında öne çıkan –ve bizim de takipçisi olduğumuz– yaklaşımlardan biri Yeni Sinema Tarihi. Bu yaklaşım geleneksel sinema –daha doğrusu– film çalışmalarından, özellikle sinema mekânlarının, sinemaya gitme deneyiminin ve seyircinin tarihine odaklanmasıyla ayrışıyor. Yeni Sinema Tarihi yaklaşımını esas alan çalışmalar, Kıta Avrupası’ndan başlayarak yayılıyor ve her geçen gün artarak, dünyanın hemen her yerinde seyircinin tarihine odaklanan çalışmalar yapılıyor. Üstelik sadece tarihsel değil, güncel seyirciyi de odağına alan çalışmalar bunlar. Bu çalışmalar sayesinde bugün, farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda yaşanan sinema deneyimlerini, sinema mekânlarını ve seyircinin sinemayla kurduğu ilişkiyi karşılaştırma şansımız oluyor. Çoğu zaman seyircinin coğrafyadan bağımsız olarak, benzer sinema mekânlarındaki benzer filmlere aynı biçimde tepki verdiğini de görüyoruz. Örneğin, dünyanın hemen her yerinde perdeden seyircinin üzerine doğru ilerleyen trenin yol açtığı panik ve kaçışan seyircinin hikâyesi anlatılıyor. Tabi ki benzerlikler çok yoğun çünkü sinema, insanlığın ortak hikâyesinin ve kadim anlatıların devamı. Bu açıdan evrensel benzerlikler çok fazla. Türkiye’deki seyirciyi sinema araştırmalarında özel yapan şeyler de çok fazla. Örneğin, 1960’lara değin şehir dışı alanlarda, özellikle de dağ köylerinde elektriğin olmamasına, hatta bu köylerdeki pek çok kişinin, özellikle de kadınların –çoğunlukla yoksulluk nedeniyle– bırakın sinemayı, fotoğrafla bile karşılaşmamasına rağmen hemen aynı dönemde seyyar sinemacılık aracılığıyla sinemayla tanışmaları biz araştırmacılar için olağanüstü değerli. Bu bakımdan, Toros yayla köylerindeki sinema deneyimini araştırmak, adeta sinema tarihinin ilk günlerine bakmak gibi. Diğer siyasi tarihimizin hemen her anı da kültür politikalarına ve özellikle sinemaya yansımış durumda; tüm bunlar da sinemamızı çok özgün bir araştırma alanı haline getiriyor. Son olarak şunu söyleyebilirim; 1960-1970’lerin sinema seyircisinin tutkusu çok yoğun, çok güçlü ve çok özgün. Sanırım bu tutku da biraz bize özgü bir şey.