Tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek şehir! Son bir ayda gezdiğim kentler bana bu başlığı attırdı. Zira tek adamın malum sloganı Anadolu’da yansımasını tektip şehirler olarak göstermiş.
Loading...
Son bir ayda yaklaşık 5000 km yol yaptım yurt içinde. Bu geziler kapsamında ziyaret ettiğim 10’a yakın Anadolu kenti bana bu başlığı attırdı. Evet, gezinin özeti bu cümle: Koca bir ülke tek bir müteahhidin elinden çıkmış gibi. Tek adamın ağzında sakız olan “tek bayrak, tek millet, tek devlet” sloganı Anadolu’da yansımasını tektip şehirler olarak göstermiş. Bu sloganın sözde birlik beraberlik vurgusundan her zaman korkmuşumdur, zira bu çok masum gibi görünen söz öbeği tek bir şey söyler: gelin farklılıklarınızı bir tarafa atın, tüm renklerinizden soyunun (gökkuşağından korkmaları boşa değil), geçmişi, acılarınızı unutun, devletin tarif ettiği makbul vatandaş tanımında birleşelim, bunun da adı birlik beraberlik olsun. Hepimiz erkek, Sünni, Türk, sağcı ve heteroyuz zaten!
Bir süredir Fikret Otyam’ın 60’larda yaptığı yurt gezilerini okuyorum. O zamanlar kent-kır nüfus dağılımı %30-%70 şeklindeymiş. Yani ezici bir çoğunluk köylerde yaşıyor. Her bir şehir için farklı, özgün unsurlara rastlıyorum bu yazılarda. Fikret Baba öyle de iyimser ki ilerlemeye, gelişime inanıyor. Acaba 60 yıl sonra o rengarenk Anadolu’nun tek renge büründüğünü görseydi ne yazardı? Bu oranın %90-%10’a dönüştüğü, köylerin huzurevine döndüğü, plansız kentleşmeye bir de AKP’nin inşaat odaklı kenteşmesi eklendiği günümüzde ben şunları yazmak istedim:
CADDE BULVAR İSİMLERİ: TÜRKEŞ, YAZICIOĞLU…
Öncelikle cadde veya geniş bulvar isimleriyle başlayalım. Amasya-Tokat-Sivas-Malatya-Elazığ-Kayseri rotasında ilerlerken ya “Muhsin Yazıcıoğlu Bulvarı” ndan geçersiniz ya da “Alparslan Türkeş Caddesi”nden. Ha bir de henüz sağ olan sağcılardan ismini almış “Devlet Bahçeli” gibi bulvarlara raslamak mümkün. Sanki Anadolu’dan değil de Türk sağının içinden geçiyorsunuz gibi bir his uyanır içinizde. Sonra düşünürsünüz: Bu memlekette başka büyük insan mı yok? Bu kentlerde yetişmiş, yazar çizer sanatçılar, bilim insanları saydığım bu isimlerden daha mı küçük?
PANOLARDA BIYIKLI ADAMLAR…
İkincisi, her şehre girişte sizi, belediye başkanının resminin olduğu bir pano karşılar. Bu panolarda klasik bıyıklı, kollarını göğsünde birleştirmiş “devlet adamı” fotosu ve altında “bilmem nesiyle ünlü şehrimize hoşgeldiniz” ibaresi yer alır. Kayısı diyarı Malatya, şehzadeler şehri Amasya vb. Bunun bile bir özgünlük kırıntısı olabileceğini düşünüp sevinecekken bir kaç kilometre sonra aynı bıyıklı adam başka bir panoda o sene kaç ton asfalt döktüğünü, kaç çocuk parkı açtığını anlatır. İnsan görevini lütuf gibi sunar mı halkına? Bunları yapmayacaksa bir belediye orada işi ne ola ki? Kayısı şeklindeki atmlerden, şeker pancarı, elma heykellerinden hiç bahsetmeyeyim diyorum ama o heykeller çok acıtıcı bir gerçeği, tarımın bittiğini, bitirildiğini imliyor. Evet, Anadolu’da tarım donmuş, taşlaşmış, tıpkı o heykeller gibi.
AYDINLATMA FACİASI YOLLAR…
Bir diğer göze çarpan unsur tüm kentlerin bulvarları ve caddelerinin aynı aydınlatma sistemleriyle donatılmış olması. Yol boyu belli ve sık aralıklarla dikilmiş demir direkler boylu boyunca ampüllerle kaplanmış, direğin üstüne de çiçek şeklinde ampüller takılarak belli bir estetik (!) düzeye varılmış. İstisnasız her şehirde hatta her ilçede karşımıza çıkan bu ışık faciası özellikle kayyum atanmış kentlerde radikal boyutlara ulaşıyor. Bunun, o şehrin halk iradesini yok saymış olma karanlığını örtme çabasıyla bir ilgisi olmalı. “Bakın biz sizi yok saydık ama daha iyi çalışıyoruz, bunu da şatafatlı ampüllerimizle gözünüze sokuyoruz” demek ister gibi. Sanki ülkenin enerji kaynakları sonsuzmuş gibi, iklim değişikliği gerçeği yokmuş gibi, üstelik halkın önemli bir kısmı elektirik faturasını ödeyemezken, caddelerdeki bu ampül müsrifliği ampul partisinin 20 yıllık özeti aslında. Yani sandığınız gibi aydınlanma karşıtı değil bu hükümet, aydınlatmayı seviyor ama caddeleri ve sadece kendi müteahhitleriyle. Bu ışıklı caddeler şehrin derinlerindeki karanlıkları örtmek için belki de. Şehrin arka mahallelerinde yaşanan derin yoksulluk ve yüksek orandaki kadın intiharları görülmesin diye.
TOKİ’LER OLMAZSA OLMAZ…
Her şehrin başka bir olmazsa olmazı da çirkin TOKİ’ler. Sosyal konutlarda estetik aramayın diyenleri duyar gibi oluyorum. Keşke bu binalar yoksulların konut ihtiyacı gözetilerek yapılmış olsaydı da Cumhuriyet tarihinin en büyük konut krizini yaşamasaydık. Öyle olmadığını biliyoruz. Kaldı ki sosyal amaçlı konutlar da belli bir estetiğe sahip olabilir. Dahası bu çirkin binalar şehrin tüm siluetini, tarihi dokusunu bozacak şekilde inşa edilmiş. Kendi tarihlerini muhafaza edemeyen mufazakarlar tarafından. Örneğin, Tokat Kalesi’ne çıkıp şehre baktığınızda hemen solunuzda beliren TOKİ’ler insanı kahredecek çirkinliktedir.
İnşaat sevdası TOKİ’lerle sınırlı değil elbette. Her şehre bir havalimanı ve her şehre bir üniversite politikasının sonuçları da şehirlere yansımış. Sözde ulaşım ve eğitim, yani kalkınma amaçlarıyla yapılan bu yapılar biliyoruz ki ne eğitimin ne de ulaşımın kalitesini artırıyor. Kampüsünde cami inşaatı olmayan üniversite var mı bilemiyorum. Kent esnafının kazancını artırmayı hedefleyen bu yapıların yanında şehrin ortasına kondurulmuş çoğu aynı isimleri taşıyan AVM’ler var bir de. Şehrin kadim çarşıları baharat, deri, bakır, ahşap kokularıyla birlikte yaşlı esnaflara terk edilirken halk Novada, Kayseri Park, vb. yerlerde sosyalleşiyor. Ülkenin diğer ucundakilerle aynı hamburgeri yiyip aynı kahveyi içebilmek bir refah göstergesi olmuş.
ANADOLU’DA İÇECEK MEKAN YOK
Gelelim başka bir ikiyüzlülüğe. Tunceli dışında hiçbir kentte kamusal alanda içki içebileceğiniz tek bir mekan yok. Çengelköy sahilde bile bira içmeye mekan bulamayan benim gibi İstanbulluların buna şaşırmaması gerek aslında. Ama insan yine de “canı iki tek atmak isteyen ne yapıyor acaba” demeden kendini alamıyor. Şehirlerde biraz gezince bu sorunun yanıtını da alıyorsunuz, İçmek isteyen zengin erkekler ( elbette kadınlar değil) otellerin roof larına giderken yoksul erkekler şehrin tepesindeki ormanlık alana arabasını çekip orada kafayı çekiyor. Şehir içinde sevgilisiyle el ele gezemeyen çiftler de bu roof ları tercih ediyor. Film camlı arabaların içinde şehre tepeden bakarak yaşıyorlar kendi filmlerini. Tokat’ta Gıjgıj Baba’ya çıkarken kaç tane böyle araba gördük ve çok üzüldük o gençler için.
Tunceli dışında hiçbir kentte içki içebileceğiniz mekan yok. İçmek isteyen yoksul erkekler şehrin tepesindeki ormanlık alana arabasını çekip orada kafayı çekiyor. Film camlı arabaların içinde şehre tepeden bakarak aşklar yaşanıyor.
Sağlık hizmetleri konusunda ilgimi çeken şey, şehir hastaneleri felaketi dışında özel hastane sayısındaki artış oldu. Şehrin billboardlarını süsleyen reklamlarda bu hastanelerin medical estetik hizmetleri özellikle ilgi çekici. Muhafazakar olsa da insan, güzel olmak istiyor. Hele de görsel ifşaların öne çıktığı bu sosyal medya ortamında. İlk-orta öğrenim konusuna gelince, diyebilirim ki Bahçeşehir Koleji ülkenin milli okulu olmuş artık. Şehrin ileri gelenleri ve iyi kazanan esnafın çocuklarının gittiği bu özel okullar, LGS ve Yükseköğretim sınavları için tekel konumda. Hemen her şehirde güzel bir arazide (muhtemelen tarım arazisi) kampüsü olan bu kolejler, tektip şehirlerimizin önemli bir parçası haline gelmiş.
“Her yiğidin gönlünde arslan, benimkinde de Türkiyem, memleketim yatar” diyor Fikret Otyam ve devam ediyor: “Otobüs yoldan ben sevinçten uçuyorum. Bu, düşlerin gerçek olmasının sevincidir. Bu, memleketimin görmek kısmet olmayan yerlerini görebileceğimin sevincidir. Bu, karınca kaderince memleketime yararlı olacağımın, olmak için çalışacağımın sevincidir. Bu sevinci duyan kişi yürekten kanatlanır uçar.”
Her Anadolu gezisine çıkarken benzer sevinci duyarım ama her gezi sonunda hüzünlü ve öfkeli dönerim eve. Üstelik kendi yurdunu gezmek de lüks mal kategorisine girmiştir artık. Çünkü arabanızın benzini, bol gişeli otobanların ücreti tek paraya endekslidir. Gittiğim köyler, katıldığım ritüeller, orada gördüğüm renkler olmasa onca şehirden geçtiğim halde tek bir şehre gitmişim gibi hissederim kendimi. İşte o hissi paylaşmak istedim bu yazıyla. Fikret Baba’nın dediği gibi “gönlü çeken beri gelsin okusun, okumayan da varsın sağ olsun…”