Türkiye’nin utanç verici olaylarından birisi olan 6-7 Eylül olaylarının, Kıbrıs’ta o dönem yükselen gerilim ve İngiltere’nin Yunanistan ve Türkiye çekişmesinden kazanımlarıyla bağlantısını eski Turizm bakanı Bahattin Yücel yazdı. Sonbaharın başlangıcı kabul edilir. Siyasette salt Türkiye değil, Dünya’da da önemli gelişmelere tanık olduğumuz aydır; eylül. Bizde ilk akla gelen tarih; 9 Eylüldür. Hasan Tahsin’in Alsancak’ta ateşlediği tabancasından çıkan kurşunların, 3 yıl sonra hedefini bulduğu gün; İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşunu ve galibiyeti simgeler. Gurur kaynağımızdır. Bir başkası; 6-7 Eylül -1955- ise utanç verici bir talanın yıldönümüdür. ABD’de İkiz Kulelere saldırıların düzenlendiği 11 Eylül ve Ülkemize bir karabasan gibi çöken, askeri darbenin gerçekleştiği 12 Eylül kadar üzerinde durulmayışı, 6-7 Eylül ‘ün bir dönüm noktası olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. İstanbul’da başlayan ve ertesi günü İzmir’de, NATO’da görevli Yunanistan Askeri Misyonuna saldırıyla sonlanan, 6-7 Eylül olaylarının üzerindeki perdenin kaldırılması, Türkiye’de demokrasiyi güçlendirecek anlamlı bir özeleştiri olabilirdi. Henüz olmadı. 6-7 Eylül 1955 günü İstanbul’da neler yaşandı? 1955 yılında iktidarda bulunan DP, Türkiye’nin Dış Politikasını “Soğuk Savaş” koşullarında Batı İttifakının çıkarlarını koruma kaygısıyla belirlenmiş, doğrultusundan sapmadan yürütüyordu. Ortadoğu’da siyasal ortam karışıktı. ABD ve İngiltere’nin önderliğindeki Batı, 27 Temmuz 1952 günü darbeyle iş başına gelen Mısır’daki “Hür Subaylar Hareketinin” askeri yönetiminden rahatsızdı. Nasır’ın yeni rejimini benimseyen Suriye, Mısır ile tek bayrak altında birleşme hazırlıklarındaydı. Birleşik Arap Cumhuriyeti adı verilecek birlikteliğin, “Seküler Arap Milliyetçiliğinin” etki alanını genişletmesi sürpriz olmayacaktı. İngiltere başta Batı, Süveyş Kanalının Millileştirilmesi ile önemli bir ticaret yolunun, Mısır Hükumetinin denetimine geçmesine karşıydılar. Bir başka neden Sovyetler Birliğinin bölgede giderek artan etkinliğiydi. “Kapitalist olmayan yoldan kalkınma” modeli adını verdikleri, ekonomik programlarını hayata geçirmek isteyen radikal subayların önderliğindeki, Arap Milliyetçi hareketini desteklediler. Sovyet Komünist Partisinin; geleneksel emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanan, sınıf mücadelesine dayalı tezlerinin yerini, komünizme pek sıcak bakmayan ancak Batı emperyalizmine karşı tavırlı askeri yönetimlerin desteklenmesi aldı. Bölgede varlıklarını güçlendirmek için askerlerle işbirliğini seçmişlerdi. Süveyş Kanalı -kuşkusuz- Batılılar kadar onların da ilgi alanındaydı. Türkiye’nin de parçası olacağı siyasal gelişmeler, Ortadoğu’da komşu bir bölgede; Kıbrıs’ta başladı. Ada’da İngiltere’nin; Yunanistan ve ayrılıkçı -EOKA- Kıbrıs Rumlarıyla yaşadığı sorun tırmanıyordu. Geleneksel Türk Dış Politikası, Kıbrıs’taki Türkleri ve onların Rumlarla yaşadıklarına karşı sessizlik temelinde yürütülüyordu. Aynı günlerde Sedat Simavi’nin başyazarı ve sahibi olduğu Hürriyet Gazetesi, beklenen satış sayılarına erişemediği için mali güçlük içindeydi. Deniz Yollarına ait bir gemiyle Akdeniz gezisine çıkan Simavi, dönüşte uğranılan Limasol limanında, tarihçi Cemal Kutay’dan adadaki son gelişmelere ilişkin bilgiler aldı ve Kıbrıslı Türklerin Anadolu’dan adaya gelişlerini anlatmasını dinledikten sonra, hızla İstanbul’a dönmeye karar verdi, Atina üzerinden uçakla gitti. Geminin dönüşünü beklememişti. Simavi’nin ilk işi ertesi gün yayınlanacak Hürriyet Gazetesinin manşetine; “Ya Taksim ya Ölüm” yazdırmak oldu. Bu manşetin Kıbrıs’taki siyasal gelişmeler üzerindeki etkisi tam olarak bilinmiyor. Ancak Türk Siyasal Tarihinde o zaman pek fark edilmeyen yeni bir sayfanın açıldığı kesin. Türk kamuoyu; uzun bir aradan sonra kitlesel protesto eylemlerinin başlamasıyla, Dış Politikaya ilgisini arttırdı. Bölgedeki Batılı ülkelerin varlıkları sorgulanmaya başlandı. Türk siyasetinde yeni bir sayfa açıldı.
Gerginlikten karlı çıkan ülke ise İngiltere’ydi. Rumların Yunanistan ile birleşmek istemeleriyle doğan çatışma ortamında, sorunu, Ada’da Türk-Rum Toplumları ve NATO içinde Türkiye-Yunanistan çatışmasına ustalıkla dönüştürdü.
Türkiye; 1955 yılına kadar Abdülhamit döneminde İngiltere’ye kiralanan, daha doğrusu bırakılan Kıbrıs’ta, adada yaşayan Türk Toplumunun haklarını korumak adına kayda değer hiçbir girişimde bulunmamıştı. Örneğin Kıbrıs Türk Toplumunun durumu Lozan görüşmelerinde ele alınmadı. Türkiye’nin uluslararası boyutta soruna taraf olması, ilk kez 1955 Ağustos ayı sonlarında Londra’da düzenlenen görüşmelerde gündeme geldi. Konferansın sonlarına doğru Dış İşleri Bakanı Zorlu’yu güç durumda bırakan bir gelişme yaşandı: 6-7 Eylül olayları. İstanbul’da beş binin üzerinde -işyeri ve çoğunluğu konut- mekân saldırıya uğradı. Aralarında Kiliselerinde bulunduğu binalar yağmalandı.  Olayları İngiltere Gizli Servisi MI-6’in planladığı, olayların Türkiye’de 70’li yıllarda kontrgerilla olarak adlandırılacak Seferberlik Tetkik Kurulunun eseri olduğu yıllar sonra iddia edildi. İstanbul Rumlarının çoğunluğu, kentte yaşamayı sürdürdüler. İki yıl sonra yapılan 1957 seçimlerinde, DP tarafından gösterilen adayları milletvekili seçildi. Ancak İstanbul çok önemli bir rengini yitirecek, 1453 yılında Fatih’in fethinden sonra başlatılan bir arada yaşama olgusu, birkaç yıl içinde ortadan kalkacaktı. 6-7 Eylül; Türkiye ile Yunanistan arasında uzun yıllar boyu sürecek gerginliğin de başlangıcı oldu. Menderes hükumeti İzmir’de tahrip edilen, Yunanistan’ın askeri misyonuna ait bina ve eşyalar karşılığında, yüklü bir tazminatı ödemeyi kabul etti. Gerginlikten karlı çıkan ülke ise İngiltere’ydi. Rumların Yunanistan ile birleşmek istemeleriyle doğan çatışma ortamında, sorunu, Ada’da Türk-Rum Toplumları ve NATO içinde Türkiye-Yunanistan çatışmasına ustalıkla dönüştürdü. Kuşkusuz amaçları; Kıbrıs’ta o zamanlar tartışılan ve günümüzde stratejik önemleri daha iyi anlaşılan, İngiltere’ye ait askeri üslere ilişkin tartışmaların gündemden düşmesiydi. Başardılar.