Kentleşebilmenin aracı konut sahibi olmak mıdır?

Abone Ol
Geçmişte olmadığı kadar ciddi bir “kentsel yoksulluk” sorunumuz var. Her şeyden önce bu yoksul insanların barınma ihtiyaçları var. Acaba böyle büyük projeler, neden bu sorunlarla birlikte düşünülmezler?

Loading...

Genel olarak gayrimenkul sevilir bu toprakların insanları tarafından. Sahip olmak, mülk edinmek de... Belki genlerdeki göçebeliğin getirdiği bir alışkanlık bu. Baksanıza ülkenin dört bir yanına. Cumhuriyetin yüzüncü yılında hala kentleşmesini tamamlayamamış bir ülke görünümündeyiz. Her yerde inşaat ve bir yerlere yerleşme telaşı… İnşaat ve mülk edinme vaatleri konu edildiğinde, zaten bu sevgi yüzünden her zaman siyasi suistimallere açıktır insanlarımız. Zira onların tutkusu haline gelmiştir yerleştiği, göçtüğü yerlerde kök salmanın, yerleşmenin simgesi olan konut sahipliliği. Yeni bir çevreye, yeni değerlere ve yeni ekonomik ilişkilere karşı daha güvenli ilişkiler ağı geliştirmenin bir vesilesidir. Kanımca bu son derecede sağlıklı bir beklentidir ve ekonomik verimliliği arttırmayı amaçlayan siyasi bir iktidarın da peşinde gitmesi gereken bir amaçtır. Sadece insanlar mı değişen, göç eden? Aynı zamanda değerlerimiz de beraberinde değişip durmakta. Acılarıyla, yol açtığı trajedilerle birlikte gerçekleşiyor tüm bu dönüşüm. Devlet nerede derseniz eğer, o seyirci uzaktan. Sadece yaşanan dönüşüm sancılarının kendi “bütünlüğü” ve “bekasına” zarar vermemesini gözetiyor sessizce. Her şeyi bırakmış oluruna. Ama o da bir yere kadar. Haksızlık da yapmayalım devletimize. Son yıllarda devletin bıraktığı bu boşluğu, yine devletin gözetimindeki dini tarikatların nasıl doldurduğuna şahit oluyoruz hep birlikte. Sanayileşmeyi yarım bıraktığımız gibi, kentleşmemizi de insanlarımızın kendi insafına bırakmış durumdayız. Büyük şehirlerde barınma ihtiyacının şiddeti giderek artarken ve bu amaçla yapılan harcamaların hanehalklarının harcamaları içinde yüzde 15’lere ulaşırken, bu ihtiyacı karşılamanın en kabul gören şekli, o hanelerin kendi evine sahip olması olarak görülüyor. Zira kirada oturmanın yarattığı çaresizlik ve güvencesizlik insanların bulundukları çevreye her bakımdan aidiyetlerini zedelemekte, birey olarak ortaya çıkabilmelerinin önüne geçmektedir. Şehir yaşamına uyum sağlayabilmek ve güvence elde edebilmek için, herhangi bir grubun mensubu olmaya ihtiyaçları artmaktadır. İnsanlar zaten sınırlı olan gelirleriyle çok uzun süre, bazen de ödeyemeyeceği büyüklükle yükümlülüklerin altına sokuluyorlar. Ülkede, bir türlü korunamayan makroiktisadi istikrarsızlıkların neden olduğu satın alma gücündeki azalmaları da düşününce, günün sonunda bu insanlara sadece bir umut satılmış olmaktadır. Bu geçmişte böyleydi; şimdi de değişmedi. Gelecekte ne olacağı ise insanlarımızın yapacağı siyasi tercihlere bağlı. Ülkemiz 1950’li yıllardan itibaren hızlanan bir kırsal dönüşüm süreci içindedir. Buna bir de 1960’larda hız kazanan sanayileşme süreci eklenince, bahsi geçen kırsal dönüşüm beraberinde kırdan kente göçü doğurmuştur.  Amaç sanayiye ucuz işgücü sağlamak olunca, kentlere göçen insanların yaşam harcamaları içinde barınma harcamalarını, kendi inisiyatifleri ile mümkün olan en düşük seviyelerde tutabilmeleri çözülmesi gereken bir sorun haline gelmiştir. O günlerdeki sanayileşme pratiğinin hedefi olmuştur. “Hedeflenmiştir” diyorum; zira o dönemlerdeki siyasi karar alıcılarının sanayileşme sürecinin böyle geliştiğinin farkında olduklarını varsayıyorum. Bu varsayımın doğru olup olmadığını, biraz da muzur bir tebessümle, Türkiye’deki siyasileri tanıyan sizlerin takdirinize bırakıyorum. 1960’larda başlayıp, 1970’lerde hızlanan “gecekondulaşma” süreci şehirlerdeki barınma ihtiyacının en kolay ve ucuz karşılanma şekli haline gelmiştir. Kanımca siyasiler de, gecekondulaşmaya sanayinin talep ettiği ucuz insan gücünü karşılayabilmek için tolere ettiler.  Hazine arazileri, şeffaf olmayan bir şekilde, son derecede hoyratça kullanıma açıldı. Böylece ekonomideki hâlihazırdaki kıt kaynaklar da etkin olmayan bir şekilde kullanıldı.
Acaba böyle büyük projeler, neden bu sorunlarla birlikte düşünülmezler? Neden bu yoksulluğun ve barınamamanın yol açtığı bireysel trajedileri gidermek için kaynaklar harcanamaz?
O yıllarda İstanbul’un yakın çevresinde, kendine özgü bir kültür yaratmış kitleler, büyük kentlere uyum çabası içinde yaşamaya başlatmışlardır. Bu insanların bir yandan geldikleri kırsala, diğer yandan içinde yaşadıkları şehre yabancılaşmaları onların hayatlarına ayrı değerler katmış; ama bu uyum sürecinde yaşanan trajedilerin önüne geçilememiştir. Bu konuda büyük yazarlarımızdan Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı konunun epik bir anlatımıdır. Keza 1970’lerde kente gelenlerin toplumsal uyum sorunlarının yol açtığı sıkıntılara değinen bir diğer önemli eser de, Ömer Lütfü Akad’ın “Gelin” filmidir. Ya da değişen değerlere uyum sorunu çeken bir başka halk kahramanımız, diğer bir deyişle bize özgü Don Kişot’umuz, Orhan Kemal’in o meşhur Bekçi Murtaza’sıdır. Bunlar bende iz bırakanlar. Aslında liste çok daha uzun. Tüm bu eserler o günlerin Türkiye’si hakkında fikir veren ve kentleşme sürecinin nasıl yaşandığını gelecek kuşaklara aktaran eserlerdir. Kanımca birçok bilimsel eserden çok daha etkili örneklerdir. Bugün bazılarına güldüğümüz bu teatral, dönem anlatımları ülkemizde yaşadığımız kentleşme sürecinin de ne kadar düzensiz ve plansız yaşandığının bir göstergesidir. Tamimiyle bireyi dışlayan, onları ve sahip oldukları özgün değerleri, içinde bulundukları topluluğun değerlerinden uzaklaştıran, yol açtığı trajedileri hep göz ardı eden bir süreç olmuş ülkemizdeki kentleşme süreci.
Zaten sahip olduğu gelirler itibariyle mülk sahibi olması mümkün olmayan bu kesimlerin barınma ihtiyaçlarını karşılamak için neden başka yollar aranmaz? Bunlar sorulması gereken, haklı sorular.
Siyasi yelpazenin neresinde bulunduğunuza bağlı olarak, birey ya geleneksel değerlerin savunucuları, ya da kentlerde oluşmaya başlamış “modern” değerlerin savunucuları tarafından görmezden gelinmiştir. Bazen de hor görülmüştür. Olan her zaman kalıplar içine hapsolmak istemeyen tekil insanlara olmuştur. Bu insanlara, içinde bulundukları sarmaldan çıkış imkânını devlet, maalesef sunamamıştır. O da kendi “bekasını” düşünerek, bu insanların taleplerini görmek istememiştir. İşte bu sebeple, siyasilerin zaman zaman ortaya çıkıp kamuoyuna açıkladıkları “sosyal” konut projeleri gibi insana dokunması beklenen projeleri ilgi ve alakayla karşılarım. Geçmişten günümüze kentleşme sürecimiz içinde bu projelere yer bulmaya, anlam geliştirmeye çalışırım samimi olarak. Ama barınma ihtiyacını karşılamanın yegâne yolunun da bireyleri mülk sahibi yapmak mı gerekli olduğunu sorgularım. Ya da insanlar yalnızca mülk sahibi yapılarak mı, içinde yaşandığı kente yabancılaşmaları giderilebilir diye de merak ederim. İçinde bulunduğumuz ekonomik koşullarda daha ekonomik, insanların gelecekteki olası gelirleriyle daha uyumlu yolların olup olmadığını sorgulanmalı. Zira kentsel dönüşümün yol açtığı o kadar çok sosyal sorunlarımız var ki… Örneğin geçmişte olmadığı kadar ciddi bir “kentsel yoksulluk” sorunumuz var. Her şeyden önce bu yoksul insanların barınma ihtiyaçları var. Acaba böyle büyük projeler, neden bu sorunlarla birlikte düşünülmezler? Neden bu yoksulluğun ve barınamamanın yol açtığı bireysel trajedileri gidermek için kaynaklar harcanamaz? Zaten sahip olduğu gelirler itibariyle mülk sahibi olması mümkün olmayan bu kesimlerin barınma ihtiyaçlarını karşılamak için neden başka yollar aranmaz? Bunlar sorulması gereken, haklı sorular. Bunlara verilecek cevap ise, siyasilerin bu sorunlara yönelik yaklaşımlardaki samimiyetlerine bağlı. Kanımca ülkemiz için son derecede önemli bir seçim sürecinde bulunmamızın bunda önemli bir payı var. O nedenle, bu yeni proje de tıpkı geçmişte olduğu gibi, insanları kendi başına bırakan ve onların kent hayatına üretken bir birey olarak entegra olmasını sağlamak dışında, kendisinden kopmak üzere olan orta ve orta üst gelir düzeylerindeki hanehalklarını tekrar kendine bağlamayı hedefleyen “siyasi” bir proje olarak hayata geçirilmesi düşünülmüştür. Onu da ne kadar gerçekleştirir son derecede şüpheli!