Türkiye belki artık Tarkan’la kendinden geçmiyor, fakat “geççek” dedikçe biraz rahatlıyor. Bu kitlesel duygu durumu da geçecek. Boşlukta kendini aramaya devam edecek. Bu yazıdan sonra Tarkan mı, yoksa Sezen Aksu mu yine cumhurbaşkanı adayı gösterilir bilemem. Yazı sonuna kadar okunur mu onu da bilemem. Sonunda ne anlaşılır, hele onu hiç bilemem. Sadece, yazıya başlarken belirli bir sebeple aklıma gelen parçaları vesilesiyle kulaklarını çınlattığımı bilirim. Hani çıkar çıkmaz da sadece Türkiye’de değil, dünyada da hit olmuş olan: “Başkası olma, kendin ol!” Bu yazıdan akılda bir tek bu da kalsa razıyım. Yazılarımda hem sıcak ve değişken gündemi takip etmeye, hem de onları soğuk ve değişmez kuramsal meseleler ile sığdırabildiğim kadar ilişkilendirmeye çalışıyorum, malum. Fakat aynı zamanda da toplumdaki birikmiş eski veya yeni, klasik veya güncel taleplere göre üretimlerimden bir şeyler arz etmeye çalışıyorum. Arz ettikçe de entelektüel piyasadaki taleplerin değişmesini umut ve sabırla bekliyorum, efendim DEMOKRATİK TOPLUMDA ARZ-TALEP-ÜRETİM VE YAZMAK-OKUMAK-YAPMAK İLİŞKİLERİ Eh, “arz-talep-üretim” de demişken, şimdi de başka birisinin kulaklarını çınlatayım. Tam da bu haftaki yazımı bitirmiştim. Uzun yazıyorsun diyenler için biraz daha kırpmadan önce, bir kahve molası alıp, komşuya şöyle bir uzanayım demiştim. Politikyol sitesindeki komşum Öner Günçavdı’nın son yazısını okudum biraz önce. ‘Yazımın çoğu gider işte, kısalır bile’ diye sevinsem mi, bilemedim doğrusu. Yoksa tam kendi yazımdan kaçıp biraz ferahlamak isterken, “refah toplumu” arzusundaki bu ülkenin acınası haline dertlensem mi? ‘İyi ki de tam zamanında görmüşüm’ de dedim tabii. İntihalden geçilmeyen bu memlekette, üniversiteden veya medyadan atılmazdım gerçi. Fakat dostluk ve güven duygusu başka. Ve en değerlisi elbette: Zira yazısının başı ve özü benimkiyle sözcüğüne ve duygusuna kadar neredeyse aynıydı! Paylaşmak umut verir, iyi gelir. Dayanışma hissi ve dayanma gücü verir. Lütfen siz de okuyun. Ben yeniden yazarken, lütfen siz de okuyun. Hatta bir iyilik edip, siyasette her zaman göz bebeği ve göz önünde olmuş iktisat alanı yerine, bu ülkede yıllardır bağnaz inatla ihmal ve baskıcı ısrarla göz ardı edilen psikolojiyi koyarak okuyabilirsiniz belki. O yazıdaki “arz, talep ve üretim” kavramları ve karşılıklı ilişkileri yerine de bu yazı için örneğin, “mizaç, karakter, benlik, kimlik, kişilik ve kendilik” gibi bazı temel psikoloji kavram ve ilişkilerini koyarak düşünmeyi deneyebilirsiniz. Her neyse, biz dönelim ana konumuza ve bazı yazı taleplerini karşılamaya. Açıkçası, ne iktisat, ne psikoloji ve ne de Türkiye’de demokrasi salt analitik düşünmek veya yazmak meselesi. Günçavdı’nın sözünü ettiği “sığlık”, “niteliksizlik”, “kuru gürültü”, vb. salt alaylı veya okullu ekonomistlere ve farklı ekonomi okullarından gelenlere veya siyasi/ideolojik görüşlere, toplumsal kesimlere özgü değil tabii: Tüm yaşam alanlarına yayılmış vasatlık ve ciddi yanlışlar artık yaşamı tehdit eder veya sonlandırır boyutlarda. HAYAL TİCARETİ VE UMUT SİYASETİ Öte yandan, kimilerinin tarihi siyasi adım olarak nitelendirdikleri altı liderin zirve yemeği için geçen hafta “siyasette füzyon” mutfağından önerdiğim naçizane menüyü Ahlatlıbel şefi pek beğenmemiş olmalı. Belli ki liderlerin damak tadını iyi bildiğinden, oldukça “muhafazakâr, hatta yerli ve milli menü” daha lezzetli gelmiş. Fakat liderlerin hem her zamanki “yeniliğe heves ve değişim arzuları” aynen yerinde duruyor. Hem de stratejik ve temkinli diplomatik tavırları yayımladıkları ortak metinden de okunabiliyor. Bazı sözcüklere yapılan vurgulardan belli: “İstişare” var; fakatdiyalojik akıl” yok. “Uzlaşı” lafı var; fakat “toplumsal oydaşma” anlayışı yok. “Farklılıklarımız” retoriği kendi aralarındaki çeşitlilik anlamında var; masada nüfusun 3/4’e yakın orandaki taleplerinin açık ve şeffaf temsiliyeti yok. Malumun ilamı “AK ve AB temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olarak” var; fakat zaten içerde kendinin dışladıkları yüzünden, dışarda dışlanmak üzere olduğunun farkındalığı yok. “Onların normatif hukuk çerçevesinde kalmak” fikri ekonomik sigorta olarak var; fakat evrensel demokrasinin eşitlik ve özgürlük kültürü olmadan “biz” olunamayacağının, dahası kendi kültürel normlarının ve 21. yüzyıla kadarki değişimlerinin bilinci yok. Kısacası, “koskoca Cumhuriyet’in bir asırlık geçmiş tarihi var; fakat ilk zamanlardaki “Batı’dan medeniyet/teknoloji alalım, kültür/hars almayalım” tartışmalarından değişmiş hiçbir şey yok. Kaldı ki, metinden önce okunan suratlardan yorumlanan hizipçilik siyasette bolca var... Fakat Kılıçdaroğlu’nun değindiği ciddi helalleşme konularını sahiplenen ve söylemin arkasını layığı ile getiren yok. Umut elbette her zaman var; yani benim de kimsenin umutlanmasına filan mani olmak gibi bir niyetim asla yok. ESKİ VE YENİ Nitekim elbette; “başkası olmayalım, kendimiz olalım”. Sahi; “başkası olma, kendin ol!” ne demek? Sanki başka türlüsü mümkünmüş gibi! Daha ne kadar “-mış gibi” yapalım? Dışarıda da zaten kimse Türkiye’nin hayali ticaret projelerini filan satın almıyor. Ona bel bağlayıp güven endeksi iyice düşmüş ülkeye, incir çekirdeği kadar bile yatırım yapmıyor. “Ya gel bana sahici sahici Ya da anca gidersin” Nitekim Nebati’nin gözlerinin feri de giderek sönüyor. “Ah yanar döner, a-acayipsin” Yurttaşlar enflasyon arttıkça çağrılar öyle yapıldı diye yastık altındaki dövizini, altınını bozdurmuyor. Ülkede yine emekli, memur, köylü, küçük çiftçi, küçük esnaf, emekçiler tırtıklanıyor ve iyice yoksullaştırılıyor. “Oynama şıkıdım, şıkıdım” Eskiden oynama dedikçe oynayan paradoks dolu bu toplumda, artık yüzler hiç gülmüyor. Eski DİE araştırmalarında % 50 si “mutsuz” toplumun % 90 ı filan “mutlu” çıkardı. Yeni TÜİK bulgusu % 50’nin mutsuz olduğunu söylüyor. “İkinci ittifaktaki”, “üçüncü ittifaktaki“ ve “sahipsiz ittifaksız” muhalefettekiler ne istediklerine bir türlü karar veremiyor. “Sanma uğruna viraneyim Beğenmedim oyununu” Hepsinin “ortak düşmanı” iktidar da muhtelif ve tanıdık seçim öncesi popülist rüşvet veya avans paketçikleriyle erken seçime harıl harıl hazırlık yapıyor. “Ne deli, ne de divaneyim Biliyorum sonunu” Tarihsel zaman hızlı akıp gidiyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki “kolektif karakter” de bir asırda dönüştü. Türkiye’de “kişilik”, “benlik” ve “kimlik” siyaseti yapanlar çok da, “kendilik siyaseti” yapabilen henüz bulunmuyor. Tarkan’ın eski şarkısıyla başlamış bu yazı burada bitiyor. Zaten Tarkan’dan da ‘eskisini geç’ dercesine, bu kez kendi söz ve müziği ile, yeni bir şarkı geliyor: “Geççek geççek, elbet bu da geççek Gör bak umudun gününü gün edecek” Neyse, “oh oh, zilleri takıp oynamak da, çiçekten günler de yakında gelecek” diyor. Hangi siyaset içi veya dışı kesim onu da her nasıl isterse öyle okuyor. Şarkıda kendi duygusunu buluyor. Biraz deşarj oluyor ve rahatlıyor. Fakat birileri boşalırken, başka birilerini dolduruyor. Tabii bu “kitlesel duygu durumu” da “geççek”. Toplum boşlukta kendini aramaya devam edecek! Takan da sadece “geççek” demiş zaten; başka ne desin? Sonra ‘kendinle kalacaksın yine’ filan da dememiş. İyisi mi şu “kendisi olmak” meselesine sonra da devam edeyim. Madem ki dışardakiler değil ama, içerdeki eski ve yeni büyüklerimiz de öyle arzuluyor. Zira Tarkan henüz yokken, Nazım da şöyle diyordu: “Güzel günler göreceğiz!” “Her daim kendin ol. Sen, seni anlayana mucizesin.”