Kemalizm tartışmaları ve çıkış yolumuz
Erdoğan’ın ‘ara sıra kanunun üzerine çıkma’ tarzı ile Kemalist elitler Şükrü Kaya veya Recep Peker’den farkı var mı? Demek ki sorun ne tek başına Kemalizm’de ne de onun karşıtlarında. O halde sorun topyekûn zihniyet yapımızda olabilir mi?
Kemalizm üzerine bir tartışmadır aldı başını gidiyor. Pazardaki amcanın “seçmece bunlar” diye nara atması gibi Kemalizmlerden Kemalizm beğenebileceğimiz; sağ, sol çeşitleri başta olmak üzere ihtilalci, inkılapçı, Atatürkçü, darbeci gibi farklı sıfatlarla anılan ve daha da mühimi anti-Kemalistlerin de nice zaman sonra kafalarını çıkarıp konuşmaya başladıkları bir tartışma sürecine girdik. Peşinen söylemek isterim ki bu tartışma atışmaya dönüşerek mustaribi olduğumuz kutuplaşmaya hizmet etmediği sürece oldukça anlamlı. Çünkü Kemalizm diğer bütün izmlerin, ideolojilerin, inançların ve düşüncelerin politik olarak kendisini tanımladıkları, konumlandırdıkları merkezkaç kuvvetlerinden biri belki de birincisi. Basit bir kurucu ideoloji değil, bir yaşam biçimi ve düşünce şekli.
Kemalizm öyle bir kavram ki, onu anlamadan, anlatmadan siyaseten Türkiye’ye, hatta kendinize dair cümle kurabilme ihtimaliniz çok sınırlı. Her şey onunla başlamadı ama ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Türkiye’deki hemen her kesim ondan sonra, kendisini ona göre tanımladı.
Kemalizm cumhuriyeti kurmadı ama onu inşa etti. Bu konuda da son yıllarda söylenegelenin aksine başarılı olduğunu düşünüyorum. İnşa ettiği kurumlar enkaza dönse ve devlet içindeki hakimiyet alanı hasar alsa da omurga dimdik ayakta. Daha da önemlisi kitlesel boyut babında ülkenin en büyük ikinci kesimini yarattı. Kemalizm yola çıkarken böyle bir kitleye ulaşabilmeyi hayal ediyor muydu? Kim bilir? Bu açıdan gerçekten büyük başarı hikâyesi Kemalizm. Bunu Erdoğan’ın hâlâ tek muhatabının ve yegâne alternatifinin CHP olmasından da anlayabiliriz. Ne de olsa CHP Kemalist mirasın öncelikli sahibi.
Kemalizm’in başarısız olduğu nokta ise karşıtlarını besleyen, büyüten üslubu. Öyle yoğun ve kendinden emin bir dili var ki, ele aldığı herhangi bir konuyu muhataplarıyla tartışması mümkün değil. Bu da Kemalizm’in toplumun farklı kesimleriyle uzlaşma ihtimalini ortadan kaldırıyor ve onu kendi iç çekişmeleri üzerinden ortaya çıkan kliklere hapsediyor.
Kemalizm, kendinden öncesi olmadığı, doğmadığı, doğrulmadığı iddiası; dile getirdiği laiklik anlayışının din karşıtlığı anlamına gelip gelmediği, milliyetçilik anlatısının etnik temele dayanıp dayanmadığı hususları ve halka yönelik didaktik tarzı ile hem kendi kitlesini yarattı hem de karşıt kitlelerin var olabilmesi için bolca zemin hazırladı.
Peki bu hususlar Kemalizm’i şeytanlaştırmamızı gerektirir mi? Ya da Kemalizm tüm kötülüklerin anası mı? Mesela Recep Tayyip Erdoğan’ın icraat şekline baktığımızda, ‘ara sıra kanunun üzerine çıkma’ tarzı ile Kemalist elitler Şükrü Kaya veya Recep Peker’den farkı var mı? Bu açıdan bakıldığında Kemalistlerin jakoben tarzı İslamcıların biat kültürü ile ikame edilmiş görünmüyor mu? Demek ki sorun ne tek başına Kemalizm’de ne de onun karşıtlarında. Esaslar arasında büyük farklar olmakla birlikte usul ve üslup açısından ciddi benzerlikler söz konusu. Kafaların mekanik sistemi, yani çarkların dönüşü birbirinin neredeyse izdüşümü. O halde sorun topyekûn zihniyet yapımızda olabilir mi?
Söylemeye çalıştığım şey ister Kemalist ister İslamcı ister sağcı veya solcu olalım; farklı şeyleri savunmak veya iddia etmekle birlikte yoğurdu yiyiş tarzımız birbirine o kadar çok benziyor ki, bir türlü yan yana gelemiyor, konuşamıyor, konuşsak da birbirimizi duyamıyoruz. Çünkü herkes kendisini mutlak surette haklı ve doğru görüyor. Her olaya siyah-beyaz ikliminde bakıyoruz. Bu da bizi bizden başka herkese karşı tahammülsüz kılıyor. Oysa kendimizi biraz uzağa ve örgülerin dışına alarak bakmaya çalışsak belki de ötekiyle değil kendimizle kavga ettiğimizi görebiliriz.
Hayatta gri tonların ağırlıkta olduğunu ve hatta başka renklerin de var olduğunu, kendimiz kalarak, kendimizi dayatmadan da onlara dokunabileceğimizi, ancak bu şekilde kendi tonumuzu kabul ve görünür kılabileceğimizi idrak etmemiz çok mu zor?
“Kemalizm kitlesel boyut babında ülkenin en büyük ikinci kesimini yarattı. Bu açıdan gerçekten büyük başarı hikâyesi. Bunu Erdoğan’ın hâlâ tek muhatabının ve yegâne alternatifinin CHP olmasından da anlayabiliriz. Ne de olsa CHP Kemalist mirasın öncelikli sahibi”
Bunu, sürekli bir şeyleri kutuplaşma konusu haline getirerek veya yok sayarak, görmezden gelerek ya da zorla tedavülden kaldırarak yapamayız. Hatayı / sorunu / kusuru sürekli ötekinde aramak açmazın başladığı yer. Acaba bundan vazgeçerek, öncelikle kendi bakış açımızı ve / veya görüş mesafemizi değiştirerek işe başlayamaz mıyız? Bunu başarabilirsek kutuplaşmanın en azından bir kanadını kırmış olmaz mıyız? Kutuplaşma dediğimiz şey karşıtından beslendiğine göre biz de karşıtı yani kendimizi gözden geçirerek kutuplaşmaya ve dolayısı ile ayrışmaya dur demiş olmuyor muyuz?
Kimileri bunu taviz vermek olarak okuyabilir. İlk adımı atmanın neresi taviz? İlerlemek, ivme kazanmak ve kendinizle birlikte ötekini ve hatta dünyayı değişime zorlamak taviz vermek mi yoksa öncülük etmek mi? İlk adımı atanlar değil mi öykünerek izlediklerimiz? Öncülük etmek kadar ne hoşumuza gider bizim? Tüm tarafların derdi bu değil mi hatta? Hadi o zaman buyurun öncümüz siz olun.
Vals, yani basit bir eğlence aracı olan dans bile bizleri ayrıştırmaya yetiyor ama yedi yaşında bir çocuk olan Mihraç Miroğlu’nun zırhlı araçla ezilerek öldürülmesi bizleri bir araya getirmeye yetmiyor, hep birlikte tepkisiz durmaya, suskun kalmaya itiyor öyle mi? Nedir bu suskunluğumuzun sebebi? Var mı bilen? Bunun üzerine de ateşli tartışmalar, atışmalar yapsak ya? Var mı cesareti olanımız? Var mı bu açıdan Kemalist, siyasal İslamcı veya milliyetçi arkadaşlar arasında bir fark? E hani sorunun kaynağı ötekindeydi?
Zamanımızı boşa harcıyor, çenemizi boşa yoruyoruz. Aynaya bakmadan, kendi içimizde, kendimizle konuşmadan hiçbir şeyi çözemeyeceğiz, çözemedik de zaten. Ötekinin hataları, bizim yaptığımız hataları ne meşru gösterir ne de bizlere yeni hatalar yapma hakkı verir. Fark yaratarak başlayalım. Mesela dindar yurttaş Kemalizm’i laiklik konusunda aşırılıklara iten şey neydi diye düşünerek başlayabilir işe. Türkler, Kürtleri isyana iten sebeplerle yüzleşmeyi deneyebilir. Kürtler ise Türklerin güvensizliğinin altında yatan parçalanma paranoyasını anlamaya çalışabilir. Kemalistler de muhafazakârlar neden kendilerine karşı bu kadar sağır ve mesafeli diye araştırabilir. Ne kaybederiz?
ÇOCUKLARINI KORUYABİLEN BİR CUMHURİYET İNŞA EDELİM
Yan mahallede yangın çıktığında oraya odun atarak ateşi harlamamızı telkin edenlere, kayıtsız kal diye fısıldayanlara; yangından dolayı birbirimizi suçlamayı bırakıp, su taşıyarak dur diyebiliriz. Yaşadığımız acılardan Kemalistler mi daha çok sorumlu, yoksa dindarlar mı? Ya da Kürtler mi? Tek bir cevabı asla olmayan ve mevcut cevapların yalnızca cevap verenlere anlamlı geldiği bu soruları terk etmenin zamanı gelmiştir belki. Şimdilik asıl soru şu: ‘Bir araya nasıl gelebiliriz?’
Hep birlikte yaşıyoruz, yaşamaya da devam edeceğiz. Birbirimize mahkûm ve mecburuz. Birbirimize ihtiyacımız var. Hayatı güzelleştirmek değilse bile tahammül edilebilir kılmak bizim elimizde. Gideceğimiz başka bir Türkiye yok. Bizleri gettolarda yaşamaya, yankı odalarında sağırlaşmaya iten siyasetin prangalarını kırmak mümkün. Çünkü istersek, her şeyi tüm çıplaklığıyla görebileceğimiz anların içinden geçiyoruz. Tüm sis perdesi aralandı. Elimizi uzatsak birbirimize dokunabiliriz, az kulak kabartsak birbirimizi duyabiliriz, bakmaya gayret etsek acıların ortak olduğunu görebiliriz. Mahalle mahalle kol gezen zulmün bizlerin kayıtsızlığından, boş vermişliğinden ve hep ötekini sorumlu tutan gene alabildiğine müşterek bir hissiyattan beslendiğini ve bu alışkanlığı sürdürdüğümüz müddetçe kimsenin abad olmayacağını görebiliriz.
Acıların, adaletsizliğin, fakirliğin sorumlusu kim? Kemalistler mi yoksa post-Kemalistler mi? Yumurta mı tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan? Allah aşkına ilk taşı günahsız olanımız atsın. Fail aramayı bırakıp birbirimizi arayalım, anlayalım, dinleyelim, konuşalım. Bu olduğunda failler kendilerini tarihin çöplüğünde bulacaklar zaten. Çocuklarını koruyabilen bir Cumhuriyet inşa etmek Eren’e, Berkin’e, Mihraç’a ve gelecek nesillere boynumuzun borcu.