Kemalist ideolojinin iktidar mücadelesini anlamak
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki birikim modelinin ortaya çıkardığı bürokratik orta sınıf, zamanla kamu hizmeti üreten sivil ve askeri bürokrasiyi de kapsar hale gelmiştir. Zamanla bir üst yapı kurumu olarak bu kesim, kendi ideolojisini oluşturmuş, ülkede hâkim kılmaya çalışmıştır.
Bir önceki yazımızda başladığımız Kemalizm tartışmalarını değerlendirmelerimize bu yazımızla devam ediyoruz. Amacımız, bugünlerde ortaya çıkan Post-Kemalizm tartışmalarını anlamak ve yorumlamak için iktisadi bir çerçeve sunabilmektir.
Önceki yazımızda devlet girişimciliği üzerinden uygulanan devletçilik uygulamalarının iktisadi gerekçeleri ve uygulanma biçimi üzerinde duruldu. Bunun, aslında devlet eliyle sağlanan, ağırlıklı olarak sanayi faaliyetlerine dayanan ve Kemalizm’e özgü bir sermaye birikim modeli olduğu belirtilmiştir. Böyle bir birikim modeline sahip olmanın ve başarılı bir şekilde uygulamanın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki deneyimlere göre önemli bir fark oluşturduğu ifade edilmiştir.
Ayrıca bir sermaye birikim modeline işlerlik kazandıracak milli pazar oluşturma konusunda da, Cumhuriyet’in önemli başarı gösterdiği ifade edilmiştir. Bu iki temel husus, siyasi amaçlarla uyumlu bir sermaye birikim modeline ve milli pazara sahip olmak, başarılı bir kalkınma pratiğinin olmazsa olmazlarıdır.
Elbette uygulanan birikim modelinin birtakım ekonomik ve sosyal sonuçları olacaktır. Makroiktisadi göstergeler böyle bir başarının ölçülmesinde ilk akla gelen göstergelerdir. Bunun dışında yeni toplumsal katmanların oluşumu ve bunların toplumu şekillendirme yönündeki talepleri ekonomide hâkim olan birikim modelinin en belirgin özelliklerinin başında gelmektedir.
Devlet eliyle sanayi üzerinden sağlanacak bir birikim modeli, sanayide uzmanlaşmış, kendi gelir akımları ve refahları sanayi faaliyetlerin sürekliliğine dayanan, ayrıca birikim modelinin yönetiminde kendilerine hâkim bir yer edinmiş, birtakım ekonomik kesimin oluşmasına yol açmıştır. Devletin bu şekilde sanayici kimliğine sahip olması, devletin girişimci ve yönetici fonksiyonlarını devlet namına kullanacak bürokratik bir orta sınıfın oluşmasına yol açmıştır. Çok daha önemlisi bu sınıf, devletin sahip olduğu sermayeyi kontrol eden bir konumdadır.
Bürokratik orta sınıf kamu hizmeti üreten diğer sivil ve askeri bürokrasiye eklemlenen yeni bir sınıftır ve bir noktadan sonra onlarla kamu bürokratı sıfatıyla bütünleşmiştir. Sanayi işletmelerinde istihdam edilen işçilerin de, bu sürecin başlangıcında elde ettikleri imtiyazlarla, bu bürokrasi içinde genel kabul gördüğü anlaşılmaktadır.
Kuruluş döneminin kısıtları düşünüldüğünde, böyle yeni sınıfların oluşması hem iktisadi, hem de sosyolojik olarak bir ilerlemedir ve Kemalizm olarak adlandırılabilecek, o günlerin uygulamalarının bir başka başarısı olarak görülmelidir. Bu itibarla Kemalizmi o günlerde ortaya çıkan bu bürokratik orta sınıfın bir ideolojik üst yapı kurumu olarak düşünmek mümkündür.
Her birikim modeli bir noktadan sonra olgunluğa erişir ve sermaye birikiminin sağladığı karlılık azalmaya başlar. Dahası bu birikim sürecinin devamı, birtakım ekonomik ve kurumsal kısıt nedeniyle zorlaşabilir. Modeli sürdürmek ve bu modelle oluşturulan gelir akımlarının kesintiye uğramadan devamı için gerekli mali kaynaklarda azalmaların yaşanması da, uygulanan birikim modelini zora sokabilir. Bazen uluslararası düzeyde yaşanan gelişmeler, bazen de ülke içinde tasarrufların tükenmesi ve/veya mobilizasyonunda yaşanacak sıkıntılar birikim modelinin işlerliğini imkânsız hale getirebilir. Bir iktisatçı gözüyle tüm bu gelişmeler, marjinal manada sermayenin karlılığının düşmesiyle sonuçlanır.
Bazen de değişen uluslararası siyasi ve iktisadi koşullar sermayenin verimli kullanımı için gerekli koşulları ortadan kaldırabilir. Hatta ülkedeki kesimlerin gelir akımlarının arzuladıkları şekilde devamını zorlaşabilir. İşte tam bu noktada, birikim modelinin değişimi gündeme gelir. Yeni birikim modeli farklı iktisadi faaliyetleri öne çıkartırken, yeni üretim ilişkileri ve yeni kesimlerin oluşmasına olanak sağlar.
BİRİKİM MODELİNİ DEĞİŞTİREBİLMEK İÇİN KURUMSAL ESNEKLİĞİN ÖNEMİ
Başarılı bir kalkınma pratiği için belli bir birikim modeline sahip olmak şart. Bu birikim modeli aynı zamanda ülkenin sosyolojik yapısını belirlemek ve gelişimi için de önem arz etmektedir. Sermaye birikim modeli beraberinde üst yapı kurumları ile modelin işlerliğini sağlayacak kendine özgü sınıfları getirmektedir. Modelde, sermayenin verimi yüksek seyrettiği müddetçe birikim süreci, üst yapı kurumları ve sınıflar arasında uyum ahenkli bir şekilde devam edecektir.
Belli iktisadi faaliyetlere dayanarak biriktirilen sermayenin zamanla verimi ve karlılığı düşecektir. Özellikle dayanılan iktisadi faaliyetlerin teknik ve iktisadi kısıtları bu düşüşte belirleyici olacaktır. İşte bu durumda birikim modeli, dayandığı kurum ve sınıfları destekleyecek düzeyde gelir akımları üretemeyecek bir noktaya gelecektir. Bu, ekonomide hâkim olan birikim modelinin krizi olarak karşımıza çıkacaktır. Krizin aşılması ise, birikim modelinin kendisin ve/veya dayandığı iktisadi faaliyetlerin değiştirilmesini gerekli kılacaktır. Bu değişimler zaman zaman yapısal reform olarak nitelenen, sadece ekonomik alandaki birtakım yapı değişikliklerini gerekli kılan değişiklikleri, bazen de Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki gibi, inkılâp veya devrim olarak nitelenerek kapsamı geniş bir şekilde, ekonominin sınırlarını da aşan birtakım yapısal değişikleri konu edinirler.
Bir birikim modeline sahip olmak kadar önemli bir diğer husus ise, gerektiği zaman birikim modellini değiştirebilmektir. Ülkenin siyasi ve iktisadi yapısı ile kurumlarının, gerekli hallerde birikim modelinin değişimini kolaylaştırıcı bir tutum içinde olması arzulanır. Örneğin ticari faaliyetler üzerinden sağlanan bir sermaye birikim sürecinin sürdürülebilme imkânı kalmadığında, birikim sürecinin sanayiye dayalı bir sermaye birikim sürecine doğru evrilmesi gerekir. Ancak böyle bir ihtiyaç, mevcut birikim sürecinin bileşeni olan üst yapı kurumları ve sınıflarla rekabete girecek yeni kurum ve sınıfların oluşması ve iktidarın onlarla paylaşılması anlamına gelir. Belki de çok daha önemlisi, bu dönüşüm neticesinde, sermayenin kontrolünün başka grupların eline geçmesi gerekebilir. İşte tüm bunlar birikim modelinin değişimine yönelik ortaya çıkacak direncin gerekçeleri olabilir.
Ülkenin üst yapı kurumlarının bu dönüşümü destekleyecek esnekliği göstermesi, dönüşüm sürecinin sorunsuz, topluma herhangi bir ekonomik ve sosyal maliyet yüklemeden gerçekleşmesini sağlayacaktır. Ancak bu değişim sürecine karşı ülkedeki üst yapı kurumlarının göstereceği direnç, belki de kaçınılmaz olan bu dönüşümü geciktirirken, ortaya çıkan yeni koşullarda ekonomik kaynakları çok daha verimsiz üretim süreçlerini ve birikim modelini desteklemek için harcanmasına neden olur. Bekleneceği gibi bu durum, ekonomide kaynak kullanımında etkinliğin ve verimliliğin kaybolmasına yol açacaktır.
Birikim modelinin değişimine yönelik karşıtlığın ve direncin bir diğer nedeni de, her bir birikim modeliyle birlikte ortaya çıkan yeni üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin yol açtığı sosyolojik dönüşümün oluşturduğu sınıfların kaynaklar üzerindeki hâkimiyetlerini kaybedilmek istememesidir. Aslında bu “direnç”, farklı birikim modellerinin dayandığı üretim ilişkilerinde rol alan farklı kesimlerin kaynak kullanım kararlarına hâkimiyet çabasıdır. Bu hâkimiyet iktisadi kaynakların kullanımını ve bunun neticesinde oluşacak gelir akımlarını kontrol etmek şeklinde de anlaşılabilir. Dahası bahsi geçen hâkimiyet, ülkenin üst yapısını teşkil eden “iktidar koalisyonu” içinde yeni oluşan kesimlerin yer almayı istemesi ve bu yolla iktidarda söz sahibi olmaları anlamına gelir. Dolayısıyla sermaye birikim modelinin değişimi iktidar koalisyonunun da değişimine yol açan sosyolojik bir dönüşümü başlatacaktır. Er ya da geç bu dönüşüm beraberinde iktidar bileşenlerinde bir dönüşüme yol açacaktır.
SİYASİ YÖNETİM MODELİNİN KAPSAYICILIĞI
Farklı sermaye birikim süreçlerinin mensubu olan kesimlerin iktidar koalisyonunda yer almaya çalışmaları bazen kolay, bazen de şiddetli mücadeleler sonucunda gerçekleşebilir. Ülkenin yönetim modelinin farklılıklara müsemma gösterip, farklı üretim ilişkilerinin mensuplarını da içermeye izin vermesi dönüşümün maliyetinin düşük olmasına, toplumu da şiddetli bir mücadelenin sonuçlarına maruz kalmamasına yol açacaktır. Dolayısıyla sorunsuz bir kalkınma pratiği için ülkenin yönetim modelinin, iktisadi sistemin barındırdığı farklı üretim ilişkilerini ve mensubu olan kesimleri içerecek bir “kapsayıcılığa” sahip olması beklenir.
Bu bağlamda yaygın bir yönetim modeli olarak parlamenter rejim ve demokrasi, kapsayıcılık bakımından en fazla kesimin iktidar koalisyonunda yer almasına imkân vermektedir.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi, işlerliği olan bir demokrasi için önemli olan, iktisadi sistem içinde farklı üretim ilişkilerinin olması, gelir akımları ve refah düzeyleri itibariyle bu üretim ilişkileri ile irtibatlı farklı kesimlerin bulunmasıdır. Özellikle tek tip sermaye birikiminin ve buna bağlı üretim ilişkilerinin bulunduğu (ya da baskın olduğu), örneğin devlet eliyle sanayiye dayalı bir birikim modelindeki gibi, bir durumda demokrasi arayışı, üretimde rol alan kesimlerin üretimdeki fonksiyonlarından bağımsız olarak yönetim modelinin kişiselleşmesine yol açılabilir. Yönetimde kişiselleşme bazen belli bir sınıfın etrafında, bazen de bir kişinin çevresinde meydana gelebilir. Çünkü bunun nedeni, sistemin sahip olduğu yegâne (veya en baskın) birikim modelinin iktidar koalisyonunda temsil edilecek yeterli sınıfsal çeşitliliğe sahip olmamasıdır.
Aslında kuruluş döneminde Türk siyasetinde gerçekleşen de bir ölçüde budur. Böyle, devlet destekli bürokratik orta sınıfın giderek hâkimiyet kazandığı ve devletten bağımsız bir sermaye birikimine izin verilmeyen, verilse bile devlet destekli sınıflarla iktisadi rekabete girebilecek olgunlukta olmayan özel kesimlerin, bu dönemde demokrasi talebinde bulunabilecek ve iktidara ortak olabilecek güçte olmadıkları aşikârdır.
KEMALİZM’İ BİR DE BU AÇIDAN DEĞERLENDİRMELİ
İktisat aynı zamanda siyasetin imkânlarını gösterir. Bu imkânlar sadece parasal olarak ölçülebilenleri değil, iktisadi örgütlenme biçiminin sağladığı imkânları da kapsar. Bir ülkenin iktisadi örgütlenme şeklinin, karşı karşıya kalınan ekonomik sorunlarla ilişkisi kolaylıkla kurulabilir ve bu tarz sorunların aşılabilmesi, öncelikle örgütlenme şeklinden kaynaklanan sorunları gidermekle başarılabilir.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki birikim modelinin ortaya çıkardığı ve uygulamalarıyla yaygınlık kazandırdığı, devlete dayanan bürokratik orta sınıf salt üretici olan güçleri değil, zamanla onlarla işbirliği içine giren kamu hizmeti üreten sivil ve askeri diğer bürokrasiyi de kapsar bir hale gelmiştir. Zamanla bir üst yapı kurumu olarak bu kesim, kendi ideolojisini oluşturmuş ve ülkede hâkim kılmaya çalışmıştır. Bu sınıfları bir bütün haline getiren, faaliyet alanları farklı olsa da, hepsinin de devletin koruyuculuğu altında, devlet gücüyle sağladıkları gelir akımları ve imtiyazlar etrafında ortaya çıkan, kendilerine özgü sınıf bilincidir. Daha da önemlisi bu sınıf, soyut bir kavram olan devletin sahip olduğu sermayenin kontrolünü devlet namına elinde bulunduran, kapitalist benzeri (quasi-capitalist) bir sınıf niteliğine bürünmüştür. Devlet girişimciliğinin boyutu arttıkça, toplumsal değerlerin oluşumunda bu kesimlerin ağırlığı artmıştır. Özel kesimin ekonomik olarak yeteri kadar olgunlaşmamış olması, özel sektörün kendi çıkarları etrafında şekillenen sivil bir orta sınıfın gelişimi sağlanamamış; bu da ülke yönetiminde özel kesimin devlet destekli bürokratik orta sınıf ile bir mücadele içine girebilmesini engellemiştir. Aksine önemli bir süre iş birliği içinde olmasına yol açmıştır.
Kuruluş dönemindeki birikim modeli ilk önemli sınavını II. Dünya Savaşı sırasında vermiştir. Sanayi çekişli ve devlet girişimciliğine dayalı sermaye birikim modeline zorunlu olarak ara verilmiştir. Hatta savaş ilerledikçe, devlet sermaye üzerindeki hâkimiyetini özel sektör lehine kaybetmeye başlamıştır. Savaş sonunda da sermayenin kontrolü büyük ölçüde özel sektörün eline geçmiştir. Bu ekonomide önemli bir kırılma yaratmıştır.
Ülke savaşa girmese bile, oluşan zor koşullar bir nevi savaş ekonomisine yol açmış, normal piyasa işleyişinden farklı, büyük ölçüde deforme olmuş piyasa dinamiklerini devreye sokmuştur. Gelir akımlarının yönünü değiştiren, refahın el değiştirmesine olanak sağlayan devlet müdahaleleri ve karaborsa uygulamaları ekonomide hâkim olan sermaye birikim sürecine rakip, özel kesim eliyle sağlanan sivil bir sermaye birikim sürecini devreye sokmuştur. Netice olarak savaş bittiğinde devletin yanında kayda değer miktarda sermaye birikime sahip olmuş bir özel sektörle karşı karşıya kalınmıştır. Elbette bu durum özel sektörün ekonomideki kaynak kullanım dengelerinde kendilerinin de gözetilmesi yönünde taleplerin yükselmesini neden olmuştur. Sorun, ülkenin o günkü yönetim modeli içinde bu taleplerin yeterli yankıyı bulup bulmayacağıdır.
Özel kesim sermaye birikiminin sahip olduğu gelişme düzeyi ve yapısı, devlet ile girişeceği mücadelede çok fazla yol alamayacağının ve sesinin çok fazla duyulmayacağının bir göstergesidir. Ağırlıklı olarak ticari faaliyetlere dayanarak elde edilmiş bu sermaye birikimi, sanayi gibi yerleşik bir özelliğe sahip değildir. Üretim ilişkilerinin oluşturacağı sınıfsal dinamikler yeteri kadar güçlü olmadığı gibi, bürokratik orta sınıfla rekabet edecek, gerektiğinde onun yerine geçebilecek kabiliyetten ve gelir düzeyinden uzaktır. Ayrıca ülke genelinde yaygınlaşmış, sivil bir orta sınıfa dönüşememiştir.
Ancak savaş sonrası dünyasında ortaya çıkmış olan yeni uluslararası düzen, Türkiye’nin yapacağı siyasi tercihlere bağlı olarak ülke içinde de ciddi bir uyum sürecine girilmesine yol açmıştır. Özellikle “özgür dünya” içinde kendine yer edinmeyi amaç edinmiş Türkiye’nin, bu kampta yer alan değerleri ve siyasi tercihleri kabul etmesi kaçınılmaz bir hal almış ve tercih bu yeni değerlerden yana yapılmıştır. Ancak sorun bu yeni değerleri, halen ekonomide baskın olan bürokratik orta sınıf temsilcilerine kabul ettirebilmektir.
Bir yandan ülke içinde sermaye yapısındaki değişimlerin baskısı, diğer yandan uluslararası sistemden gelen telkinler ülkenin siyasi yapısında değişiklik yapılmasını zaruri kılmıştır. Belki daha da önemlisi, kalkınma amaçları hala geçerli olan o günkü Cumhuriyet kadrolarının, yeni kalkınma süreci için yeni bir sermaye birikim modeli tanımlamalarına ihtiyaç doğmuştur. Artık eskiden olduğu gibi sadece devlet önderliğinde sermaye birikimi, özellikle sanayide hâkimiyetini devam ettirirken, ticari faaliyetlerde özel sektörün önemi giderek artmıştır. Uzunca bir süre iki birikim modeli kendilerini temsil eden sınıfların işbirliği ile sorunsuz sürdürülebilmiştir. Fakat özel kesimin gelişmesi ve sermaye birikim modelinin karlılığının devamı için onunda alınan kararlarda söz sahibi yapılması gerekmektedir. En azından talep bu yöndedir. 1950’lere gelindikçe, ülkenin kaynak kullanım öncelikleriyle, bu kaynakların kimler tarafından kullanılacağını belirleyen ülkenin yönetim modelinin artık özel sektörü de kapsamasına ihtiyaç vardır.
MÜCADELENİN ARACI OLARAK İDEOLOJİLER
Çok geçmeden, o günkü haliyle ülkenin siyasi sisteminin yeni bir kesimi kapsamaya yeterli esneklik göstermeye hazırlıklı olmadığı anlaşıldı. O güne kadar devlet girişimciliği ile sanayi faaliyetleri üzerinden sermaye birikimi sağlamak Kemalizm’in ana ideolojik dayanağını oluştururken, aynı zamanda ortaya çıkan bürokratik orta sınıfın kendi sınıfsal çıkarlarını da temsil eden bir ideoloji haline gelmişti. Ülkenin yönetim modeli, bu ideoloji etrafında şekillenmiş ve ekonomide hâkim konumda olan geniş kapsamlı bürokratik orta sınıfın kontrolü altına geçmiştir. Ekonomik mevzuat sanayileşmeyi destekleyen politikaları öne çıkarırken, aleyhine sonuçlar doğurabilecek, ancak ticari sermayenin birikim modelinin işleyişini sağlayacak politikalara direnç göstermeye başlamıştır. Bu noktada ideolojiler bu direncin ve tabi özel sektör özelinde ticari sermayeye karşı mücadelenin bir aracı olarak kullanılmıştır. Ancak mücadelenin esasının iki farklı birikim modelinin yol açtığı üretim ilişkileri ve bu ilişkilerle iltisaklı kesimler arasında bir mücadele olduğu unutulmamalıdır.
Dolayısıyla o günlerin Kemalizm anlayışı içinde özel sektörün ve onun ticarete dayalı sermaye birikim modelinin yer almasına izin verilmesi son derecede zordur. Ekonomik olarak özel sektörün ticaretini yaptığı mal ve hizmetleri ya devlet üretmekte, ya da devletin sıkı kontrolü altında iktisadi mübadelesi gerçekleşmektedir. Dolayısıyla devletin kontrol ettiği kurumlar üzerinden özel sektör üzerinde de ciddi bir hâkimiyeti söz konusuydu.
Savaş döneminin meydana getirdiği önemli dönüşümlerden biri de, ekonomide zaten kıt olan tasarrufların devletten ziyade, özel sektörün eline geçmesidir. Eski birikim modelinin devam edebilmesi için fiyat mekanizması üzerinden, yüksek fiyatlar vasıtasıyla mobilize edilebilecek tasarruf miktarı azalmıştır. Bu kaynaklar büyük oranda özel sektörün elindendir artık. Devlet destekli ve sanayiye dayalı sermaye birikim modelini devam ettirebilmek için ihtiyaç duyulan tasarruflara sistem bağımlıdır; ama kaynak eskisi kadar yoktur. Bu durum hâkim birikim modelinin II. Dünya Savaşı sonrası karşılaştığı en önemli kısıttır ve değişimi zorlamaya başlamıştır. Bu kısıtın varlığı bile tek başına devlet bürokrasisinin özel sektör ile müzakereye girmesine ve yönetimde rol almasına olanak sağlamıştır.
Böylece Kemalist iktisadi düşüncenin temel uygulaması olan sanayi temelli sermaye birikim modelinin savaş sonrasında sınırına gelinmiştir. Bu aynı zamanda devlet eliyle yaratılan bürokratik orta sınıfın da büyüyebileceği sınırları oluşturmuştur. Bu noktadan sonra orta sınıfın nitelik değiştirmesi ve hatta özelleşmesi gerekmektedir. Yalnızca kamunun elindeki sermayenin değil, aynı zamanda sınıfsal manada da özelleşmenin önünün açılması gerekmektedir.
O günlerin yönetim modelinin sahip olduğu siyasi kurumlar bu dönüşüme izin vererek, özel sektörü iktidar koalisyonuna dâhil olacağı bir esnekliği sergilemiştir. Bu Türkiye tarihinde bir ilki oluşturmuştur. Netice olarak Türkiye 1946 yılında çok partili rejime geçmiştir. Ancak 1946 yılındaki seçimlerde devlet bürokrasisinin özel sektöre izin vermemesi nedeniyle iktidardaki siyasi kadro değiştirilememiş, bunun için 1950 seçimlerini beklemek gerekmiştir. Ancak bu siyasi yapıdaki değişim aynı zamanda ideolojik manada Kemalizm’i kendine düşünsel bir yol gösterici olarak benimsemiş bürokratik orta sınıfın da, özel kesim ve temsil ettiği ideoloji karşısındaki ilk mağlubiyetidir.
~*~
Türkiye’nin çok partili rejime geçmesiyle birlikte devlet destekli bürokratik bir orta sınıf ile özel sektör destekli bir başka orta sınıf oluşumu birlikte var olmaya başlamıştır. Çok partili hayata geçiş, bir bakıma iktidara hâkim bürokratik orta-sınıfın iktidarı bir başka orta sınıf ile paylaşmaya başlamasının dönüm noktasıdır. İlerleyen yıllarda bu paylaşma süreci, ekonomide piyasanın giderek kurumsallaşması ve devlet destekli sermaye birikiminin uygulama imkânlarının ortadan kalkmasıyla, özel sektör lehine değişim göstermiştir; giderek bürokratik orta sınıfın ekonomideki ağırlığı azalmıştır. Devletçilik ise nitelik değiştirmiştir.
Yeni birikim süreçlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, ülkedeki üretim ilişkilerinde çeşitlilikler yaşanmaya başlanmış ve bu ilişkilere mensup olan yeni sınıflar ortaya çıkmıştır. Ancak devletçilik kavramı zaman içinde değişkenlik gösterse de, Kemalizm hala o başlangıç döneminde ortaya çıkan “devlet destekli bürokrat orta sınıfın” ideolojisinin izlerine sahip olmuştur. Bu izler bugüne kadar özel sektör faaliyetleri neticesinde gelişen sivil orta sınıf ile sürekli bir mücadele içine girmiştir. Kamuoyu nezdinde bu mücadele daha çok siyasette görünür olmuş; ama asıl mücadele konusu olan ekonomik hâkimiyet çabası ise, zaman zaman karşılaşılan ekonomik krizlerle orta çıkmıştır.
Bugün Türkiye ekonomisinin hem sınıfsal dinamikleri değişmiş, hem de birikim modelleri çeşitlilik kazanmıştır. Böyle bir kurumsal yapı içinde ne kuruluş döneminin birikim modeli, ne de o modelin sonucu ortaya çıkan bir sınıfsal dinamikle Türkiye ekonomisindeki refah arayışlarına çare olunabilir.