Kaybeden bir kazanan: Stefan Zweig

Abone Ol
Avrupa seçkinlerinin itibarlı bir üyesi olmasına karşın hiçbir zaman kendisini tamamıyla evinde başarılarıyla baş başa bulamadı. Dıştan görünen en belirgin kişilik özellikleri olan utangaçlığı ve mütevazılığı ruhunda kök salan güvende olamamak duygusundan ileri gelmekteydi. Kendisini güvende hissettiği yegane anlar kitapları ve çalışmaları ile ilgilendiği zamanlardı. Ömrüne iki dünya savaşı sıkıştıran Zweig, çok varlıklı bir Viyanalı Yahudi ailenin çocuğu olarak gençliğini oldukça lüks yaşamış, bu arada da itibarlı gazetelerde yazmaya başlamış ve felsefe doktorasını tamamlamıştır. I. Dünya Savaşı’yla birlikte Avusturya’nın yıkılışına şahit olmuş, ekonominin alt üst olmasıyla tüm zenginliğini yitirmiş, evinde kömür bile yakamayacak hale gelmiştir. Yazgısı onu iki dünya savaşı arasında kitapları 40 dile çevrilmiş çok ünlü bir yazara dönüştürmüş, ve yeniden çok varlıklı bir adam yapmıştır. Fakat bu kez de Zweig’ın önüne Hitler ortaya çıkmış ve Yahudi olması nedeniyle tüm kitaplarını yaktırmış ve yasaklatmıştır. Almanya’nın nüfuz ettiği her ülkede Zweig’ın yasaklılar listesine girmesiyle birlikte kariyerinde ve ekonomik gücünde muazzam bir düşüş yaşamıştır. Hitler’in Avusturya’yı ele geçirmesiyle ülkesinden kovulmuş, geri kalan tüm yaşamı boyunca kendisini başka ülkelerde yaşama hakkı isteyen bir dilenci gibi görmüş ve bu duygularını Dünün Dünyası adlı otobiyografik çalışmasında oldukça ayrıntılı ve üzücü bir şekilde aktarmıştır. Ülkeden ülkeye savrulan Zweig, sonunda 61 yaşında evinden çok uzaklarda, bambaşka bir kıtada, Brezilya’da, eşiyle birlikte intihar ederek büyük başarılar ve büyük acılarla dolu yaşamına son vermiştir. Zweig’in yazıları biçimsel ve içeriksel olarak çok çeşitlidir. Öykü, roman, biyografi, monografi, şiir, köşe yazısı, tercüme, tiyatro ve libretto yazmıştır. İşlediği konular sıradan insanlardan, tarihi biçimlendiren bireylere kadar geniş bir yelpazededir. Yazıları gerçek kişiler ve durumlar kadar gerçekçi bir biçimde anlattığı hayali öyküleri de içerir. İlginç efsaneleri parlak bir edebiyatla yeniden üretir ve onları kendi yaşamının ve zamanının canlı tonuyla betimler. Geride bıraktığı dev edebiyat mirasının yanında döneminin insanlarının trajedilerini de mektuplarıyla gözler önüne sermiştir. 30 bine yaklaşan mektuplarıyla edebiyat dünyasının en önemli mektup yazarlarındandır. "VAZGEÇME SANATI" Biyografi türü I. Dünya Savaşı’nın ardından Fransa, İtalya ve İngiltere’de pek popülerleşmiş sadece 1926-1930 yılları arasında ABD’de 4800 biyografi yayınlanmıştı. Zweig da bu eğilimi izlemiş ve çeşitli biyografiler kaleme almaya başlamıştır. Bugün Zweig’ın biyografileri biçem, yaklaşım ve lezzet açısından türünün en iyi örnekleridir. Biyografi yazarken her şeyi gözden geçirir, konuya ilişkin tüm gazete ve dergi yazılarını inceler, tüm belgeleri çalışırdı. Fakat yazdığı biyografi basıldığında tüm bu çalışmalarından pek azı kitapta yer alırdı zira Zweig’ın çalışma biçimi yazdıklarını azaltmak şeklindeydi. Ona göre kitaplarının sürükleyici hızlılığı, kendisinin tüm gereksiz araları ve önemsiz sesleri atabilmesindendi. Zweig buna “vazgeçme sanatı” ismini vermiştir. Bin sayfalık metinlerini vazgeçme sanatıyla iki yüz sayfaya indirdiği olmuştur ve geriye yalnızca bir öz kaldığı için Zweig bundan pek memnundur. Zweig kişilerin yaşam öykülerini anlatırken kendi dramatik amaçlarını, yaşam yasaları ile özdeşleştirmesiyle diğer biyografi yazarlarından ayrılır. Bir biyografi yazarından çok bir psikiyatrist ile bir kültür tarihçisinin özel bir karşımı olarak öznelerinin kim olduklarıyla değil, kendisi için ne anlama geldikleriyle ilgilenmiştir. Böylesi bir amaçsal tutum, bir tarihçi için tehlikeli olabilir fakat Zweig’ın biyografileri bir tarihçinin değil, bir denemecinin ve eleştirmenin ürünleridir. Zweig ele aldığı öznelerinin kişiliklerinin içsel sorunlarını çözmeye ve öznelerini özel şartların oluşturduğu stres altında güvenilir kılacak psikolojik biçimleri keşfetmeye niyetlidir. Karakterlerinin dürtüler, şüpheler, sorunlar, tutkular ve acılardan oluşan tüm içsel yaşamlarını gözler önüne sermeye çalışır. Zweig’ın biyografilerine bu müthiş popülerliği kazandıran da budur. Bu yapıtlarda şüpheci okur kendisini aldatılmış hissetmezken, nostaljik okur da hayal kırıklığına uğramış hissetmemektedir. BEDEN PSİKOLOJİNİN KILIFIDIR Zweig’ın bir diğer alanı öykülerdir. Basit bir fikri ya da sıradan bir olay dizisini ince bir zevkle ve entelektüel bir kalitede anlatarak hem uzman okuyuculara hem de genel okuyuculara hitap eder. Anlatısında öyküye beklenmeyen bir akış kazandıran ve gündelik olayları garip bir aydınlığa kavuşturan görülmemiş olaylar vardır. Bu sayede ezberlenilmiş anlam ilişkileri aniden yeni ve ilginç derinliklere kavuşur, gizlenmiş tüm diğer anlamlar gözler önüne serilir. Erken dönem öykülerinde iç monologlar ile diyalogları tercih eden Zweig, sonraki dönemlerinde ayrıntılı geri dönüşler içeren bir anlatı biçiminine yönelmiştir. Öykülerinde çoğu zaman bir alt kurmaca vardır ve her şeyi açık seçik tasvir etmek yerine Dostoyevski gibi kişilerin ruhsal durumlarına odaklanır zira Zweig’a göre bedenler arkalarındaki karmaşık psikolojik olayları gizleyen kılıflardır. Yayınlanan tek romanı olan Merhamet, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılan dünyasına özlem dolu bir bağlılığı anlatır. Fakat Zweig, Dünün Dünyası isimli otobiyografik çalışması dışındaki tüm yapıtlarında olduğu gibi bu kitabında da ülkenin genel durumuna ya da siyasete hiç değinmeden özel kişilerin psikolojileriyle ilgilenmiştir. TİYATRONUN LANETİ Zweig tiyatro metinleri konusunda da oldukça yetenekliydi fakat yaşamı boyunca peşini bırakmayan şanssızlıkları onu sahne sanatlarında da rahat bırakmadı. Savaş öncesi Almanya’nın en ünlü iki aktöründen birisi olan Matkowsky, Zweig’ın yazdığı Thersites’i oynayacaktı. Fakat provalar sırasında Matkowsky öldü ve oyun sahneye konamadı. Bunun üzerine Almanya’nın en ünlü diğer aktörü olan Kainz bu oyunu sahnelemek istedi fakat inanılmaz bir şekilde bu aktör de provalar sırasında yaşamını yitirdi. Bu olaylar üzerine Zweig batıl inançlara sürüklense de sonunda cesaretini toplayarak bir oyun daha kaleme aldı. Deniz Kenarındaki Ev isimli trajedisinde oynayacak aktörlerin hiçbirisi ünlü değildi ve Zweig bu nedenle bir ölümün gerçekleşmeyeceğini düşünüyordu. Bu oyundaki tek yıldız dönemin en ünlü tiyatro yönetmeni olan Baron Berger’di. Fakat lanet Zweig’ı yalnız bırakmadı ve bu kez de ünlü yönetmen provalar sırasında can verdi. Böylece Zweig’in üç tiyatro girişimi üç ölümle sonlandı. Yıllar sonra Strauss için yazdığı libretto provalarında Strauss yaşamını yitirmese de prömiyerin oynandığı gecenin ardından Hitler tarafından Almanya’nın Devlet Müzik Odası Başkanlığı’ndan azledildi. Bu da Zweig’ın son sahne sanatı girişimi oldu. Kutsanmış yeteneklerle bezenmiş olmasına karşın Zweig hiç mutlu olamadı. Yaşamı diğer yazarlarla karşılaştırıldığında büyük başarılarla doluydu fakat ilk eşinin anılarına göre daimi bir yurt hasretinin, aniden boşalan sinir patlamalarının ve açıklanamaz tedirginliklerin pençesinde bir hayat sürdü. Avrupa elitlerinin seçkin bir üyesi olmasına karşın hiçbir zaman kendisini tamamıyla evinde başarılarıyla baş başa bulamadı. Dıştan görünen en belirgin kişilik özellikleri olan utangaçlığı ve mütevazılığı daha çok ruhunda kök salan güvende olamamak duygusundan ileri gelmekteydi. Kendisini güvende hissettiği yegane anlar kitapları ve çalışmaları ile ilgilendiği zamanlardı. Edebiyatı, gerçeklerin taleplerine karşı bir set olarak kullanırdı fakat bu set dışarısının hengamesini engellemekte genellikle başarısız olurdu. Zweig’ı kişisel, sosyal ve ruhsal bir boşluk çevrelemişti. Sürgünü, içsel ıssızlığının dışsal göstergesinden başka bir şey değildi ve intiharı da yalnızca bunun nihai sonucuydu. İNTİHAR Zweig için intihar hiçbir zaman uzak olmadı. Edebi yapıtlarındaki figürlerin çoğu intihar düşüncesiyle doluydu ya da yaşamlarını kendi elleriyle sona erdirmişlerdi. Ağaçlar Üzerindeki Yıldız’da Français kendisini trenin altına atar, Mürebbiye’deki mürebbiye kendisini öldürür, Firari’deki Rus askeri kendisini göle atar, Amok’daki doktor kendisini asar, Leporella’da hizmetçi intihar eder, Bir Kadının Yirmi Dört Saati’ndeki Bayan C. kendisini vurur, Merhamet’te Edith, kuleden atlar, Değişim Rüzgarı’nda Christine ve Ferdinand birlikte intihar ederler. Zweig de bir yurtsuz olarak Brezilya’da, ülkesinde çok uzakta geride bıraktığı mektupta Tüm dostlarımı selamlıyorum! Bu uzun gecenin sonunda şafak kızıllığını görmenizi dilerim! Ben, fazlasıyla sabırsız olan ben, önden gidiyorum.” yazarak kendi yaşamına son vermiştir. Zweig’in dikkatimizi çektiği nokta yalnızca dünün dünyası değildir. Dünün dünyasını göstererek geleceğin dünyasına karşı bizi uyarmaktadır. Görünüşe göre Avrupa dersini almıştır fakat Birinci Dünya Savaşı öncesinde de tıpkı böyle bir durum yok mudur?