Kapanıyoruz: Dış ilişkilerde yayılarak küçülmek

Abone Ol
İlk bakışta, Türkiye’nin geçmişe kıyasla “aktif” bir dış politikaya sahip olduğu, çok daha fazla sayıda devletle ilişkili olduğu görülüyor. E öyleyse Türkiye sınıf atladı, küresel güç haline geldi diyebilir miyiz? İktidar medyasında yazıyor olsaydık muhtemelen öyle diyecektik. Ancak işin aslı pek de öyle değil. Türkiye’nin dışa kapanmasının önemli bir boyutu aslında dış dünyayla kurulan ilişki ve o ilişkinin niteliğiyle ilgili. 20 yılı aşkın Türkiye’yi yönetme süreci ele alındığında AKP dış politikasında pek az şey değişmeden kaldı. Bugün, Türkiye’nin dış müttefikleri, ittifak zemini, dış politika ilkeleri, stratejileri 2000’lerle neredeyse taban tabana zıt halde. Dış politikanın salt iktidar olmanın ya da iktidar kalmanın gereklerine göre kurgulanması ise dış politika yapımında değişmeyen en önemli şey. Özellikle 7 Haziran seçimleri sonrası milliyetçilerle yapılmak zorunda kalınan ittifak ve 15 Temmuz sonrası Batı dünyasıyla ilişkilerin hepten sorunlu bir zemine oturmasına, ekonomik kriz eklenince AKP dış politikasının bu daimî özelliği iyice görünür hale geldi. İlk bakışta, Türkiye’nin geçmişe kıyasla çok daha “aktif” bir dış politikaya sahip olduğu, çok daha fazla sayıda devletle ilişkili olduğu, pek çok uluslararası örgütte yer aldığı görülüyor. Küresel Diplomasi Endeksi’nin 2021 raporuna göre, Türkiye en fazla dış temsilciliği olan beşinci ülke. Çin, ABD, Fransa ve Japonya’nın hemen ardından geliyor. Yalnızca Afrika’daki dış temsilcilikler 2002-2017 arasında 12’den 40’a yükseldi. Türkiye, yurt dışındaki askeri mevcudiyeti açısından da “şaşırtıcı” bir “performans” sergiliyor. Yurt dışında en fazla askeri üs ve asker bulunduran ülkeler arasında olan Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Irak, Suriye, Lübnan, Katar, Somali, Mali, Orta Afrika, Sudan’da Bosna-Hersek, Kosova, Azerbaycan, Arnavutluk gibi ülkelerde askeri mevcudiyeti var. Bunlardan bazıları, BM ya da NATO gibi uluslararası örgütler kapsamındaki askeri misyonlarken, bazıları ikili anlaşmalardan ya da AKP’nin tek taraflı dış politikasından kaynaklanan mevcudiyetler. Dolayısıyla Türkiye hayli “yayılmış” bir görünüm sergiliyor.
En güçlü pasaportlar listesinde 53. sıradayız. Andorralılar, Karadağlılar Türk vatandaşlarından daha güçlü pasaportlarla seyahat ediyor. O çok iyi “müttefik” olduğumuz Rusya’ya bile vizesiz seyahat edemiyoruz.
Bu türden bir “yayılma” ABD ya da Rusya ve Çin gibi küresel ihtirasları olan, küresel güç olma potansiyeli olan ya da Fransa, İngiltere gibi sömürgeci geçmişi olan devletler açısından “beklendik” bir durumken Türkiye gibi orta büyüklükteki bir bölgesel güç için daha şaşırtıcı bir tablo. E öyleyse “Dünya Beşten büyüktür” diyen Erdoğan’ın yönetiminde Türkiye sınıf atladı, küresel güç haline geldi diyebilir miyiz? İktidar medyasında yazıyor olsaydık muhtemelen öyle diyecektik. Ancak işin aslı pek de öyle değil. Aslına bakılırsa, 1970’lerde başlayan ve 2000’lere gelindiğinde hayli ivmelenmiş olan “küreselleşme” sürecinin bir yansıması olarak Türkiye gibi bir ülke için “uluslararasılaşma” kaçınılmazdı. Dolayısıyla her ne kadar spekülasyon olsa da kim iktidar olursa olsun Türkiye’nin bir “uluslararasılaşma” sürecinden geçeceği düşünülebilir. Ancak uluslararasılaşmanın niteliğinin farklı olması beklenebilirdi. Kaç ülkede kaç temsilciliğin olduğu değil, ülkelerle kurulan ilişkilerin niteliğinin önemsendiği bir yaklaşım Türkiye’ye bu anlamda sınıf atlatabilirdi. Türkiye örneğin, yurt dışında en fazla temsilciliği olan ülkeler arasında başı çekerken Henley Küresel Pasaport Endeksi’nde en güçlü pasaportlar arasında 53. sırada yer alıyor.  Venezuela, Andorra, Karadağ ve Bosna-Hersek vatandaşları Türk vatandaşlarından daha güçlü pasaportlarla seyahat ediyor. En nitelikli insanlarımız bile Avrupa Birliği kapılarında vize engeline takılıyor. O çok iyi “müttefik” olduğumuz Rusya’ya bile vizesiz seyahat edemiyoruz.
Türkiye beş kıtada diplomatik temsilcilik açarken Mısır, İsrail, Suriye gibi ülkelerle ilişki kuramaz hale geldi. Bölgede çok fazla yayıldıkça etki kapasitesi ve müzakere gücü daraldı.
Öyleyse dışarı çok “yayılmak” demek dışa açılmak anlamına gelmiyor. Hele ki ülkenin vatandaşlarına sunduğu mobilite olanakları açısından. Ülkenin uluslararasılaşması açısındansa, kaç ülkeyle ilişki kurduğumuz değil, kurulan ilişkinin niteliği önemli. Türkiye 5 kıtada diplomatik temsilcilik açarken AKP yönetimi altında çıkarları açısından elzem önemdeki Mısır, İsrail, Suriye gibi ülkelerle ilişki kuramaz hale geldi. Bölgede çok fazla yayıldıkça etki kapasitesi ve müzakere gücü daraldı. Türkiye yalnızca sermaye ihraç etme anlamında değil bölgeye istikrarsızlık ihraç etme anlamında da emperyalist bir ülke haline geldi. Bugün Türkiye’nin dostundan çok düşmanı var. Bu düşmanlık öyle bir boyuta geldi, Doğu Akdeniz ülkeleri örneğin, kendi çıkarlarına hizmet etmediği konularda bile Türkiye’ye karşı ittifak yapmaya yöneldi. Bu durumu düzeltmeye yönelik atılmaya çalışılan adımlar kısa vadede çare etmiyor. Çünkü Türkiye itibarını yitirdi.  Çünkü dış politika, siyasal seçkinlerin ve onları besleyen ağların kişisel çıkarlarına endekslendi. Diğer uluslararası hukuk ilkeleri gibi, ahde vefa ilkesi defalarca yok sayıldı. Dış politikanın şahsileşmesi, bir dış politika aktörü olarak kurumsal yapısıyla Türkiye’nin değil, siyaset yapıcı dar grup ve yakın çevresinin çıkarlarının dikkate alınması anlamına geliyor. Bu ağ öyle bir ağ ki mal varlıkları üzerinden tehdit edilebilen, haklarında yolsuzluk şaibesi eksik olmayan, düşürülen uçağın diyeti olarak füze savunma sistemi satılabilen, beyzbol topuyla “intikam” aldığını düşünebilen bir ağ. Tüm bunlar “değerli yalnızlık” ya da “bağımsız dış politika” gibi dahiyane kavramlarla maskelenmeye çalışırken ne ABD ve müttefikleriyle ilişkilerin gerilmesinin ne de otoriter dünyayla yakınlaşmanın planlı ya da tercih olduğu konuşuluyor. Kısacası Türkiye, fazla yayılmış, gücü ve potansiyeliyle uyumsuz, şahsileşmiş dış politikasıyla dışa açılmıyor. Savrularak, giderek kabuğuna çekiliyor, etki kapasitesi olarak küçülüyor.